Konvansiyonel dönemlerde darbe tankla yapılırdı... Önce radyo ve televizyon vericileri ele geçirilir, sonra zırhlı birlikler stratejik noktalarda konuşlandırılırdı.
Darbe bildirisi, radyo ve televizyonlardan okunur okunmaz, darbe gerçekleşmiş sayılırdı.
Sonra gelsin gözaltılar...
Post-modern zamanların darbesi daha farklı oluyor... Adı üstünde, post-modern...
Hükümeti “kısmen” ya da “tamamen” (farklı mekanizmaları devreye sokarak) “çalışamaz hale” getirdiğinizde, “post-modern darbe” yapmış oluyorsunuz.
Nitekim, Erol Özkasnak, “Bu bir post-modern darbedir” demiş, 28 Şubat’ın mahiyetine dikkat çekmişti.
Evet, 28 Şubat, post-modern bir darbeydi... Sivil ve askeri bürokrasi, kartel medyası, bazı sol sendikalar, bazı işverenler örgütü ve bazı siyasi partiler elbirliği etmiş, hükümeti çalışamaz hale getirmişlerdi.
Bir süre sonra da, milletvekili borsası kurarak, “çalışamaz hale” getirdikleri hükümeti düşürmüşlerdi.
Bu cümleden olarak, Gezi kalkışmasını da, dört dörtlük bir darbe girişimi saymak gerekiyor.
Gezi, bir “çevre hareketi” (!) olarak doğdu ama kısa süre içinde darbe konsorsiyumu tarafından ele geçirildi. Bir bakıma “darbenin manivelası” olarak kullanıldı.
Maksat, önce hükümeti çalışamaz hale getirmek, sonra düşürmekti.
Dolmabahçe ofisine yapılan “ölümüne” saldırının nedeni buydu.
Maksat, “Başbakan kaçtı” cümlesini dünyaya duyurmaktı. Başbakanın ofiste olduğu sanılıyordu. Dolmabahçe Camii’nde stüdyo kurmuş Reuters ajansı da, haberi duyurmak için alesta bekliyordu. (Hep yazıyorum: “Camide içki içildi mi, içilmedi mi?” bunun yanında tali bir meseledir. Dolmabahçe gazavatında yaralananlar için revir haline getirilmiş camide iki büyük yayın kuruluşu hazır bekliyordu: Reuters ve Doğan Haber Ajansı. Eylem başarıyla sonuçlansaydı, Dolmabahçe Camii, darbenin yayın karargâhı olacaktı.)
Başbakan (yani Erdoğan) kaçmadı.
Kaçıramadılar...
Önceden programlanmış Fas ziyaretini tamamladıktan sonra ülkesine döndü ama “Korktu, kaçtı” ithamlarından kurtulamadı.
Biricik vasfı Wolfowitz’e mikrofonluk yapmak olan “kaçak” bir gazeteci o günlerde şuna benzer şeyler yazıyordu: “Ülkesinde dolaşamayan, başkente bile giremeyen, sadece havaalanlarında görülen bir Başbakan...”
Gezi’yi “paralel darbe girişimi” izleyecek ve sonuç hiç de şaşkınlıkla karşılanmayacaktır.
Gezi darbe direnişinde Abdullah Gül Cumhurbaşkanıydı.
Ülkesi elden gidiyordu ama kılı kıpırdamadı.
Hatta (insanlar hayatını kaybetmiş, binlerce kamu aracı yakılmış, yüzlerce işyeri tahrip edilmişti) ayaklanmacılara hak veren açıklamalar yaptı.
Bugün de “gurur” duyuyor.
Hayır, Ahmet Davutoğlu gurur duymuyor.
Davutoğlu daha “uyanık” bir Gezi’ci…
Gezi davasında karar açıklanmadan bir gün öncesine kadar “mağdur” olarak müdahildi.
Muhtemelen bir yerlerden koku aldı ki, davadan çekildi.
Karar açıklandıktan (yani Gezi’ciler beraat ettikten) sonra da partisine “iyi oldu, adalet yaralarını sardı” türünden tuhaf açıklamalar yaptırdı.
Biri gurur duyuyor.
Diğeri (gökkuşağının altından geçip “makbul vatandaş” olduktan sonra) tüm haklarını helal ediyor.
Erdoğan bunlara çok sabretmiş bile!