Bakara Suresi’nde geçen ve klasik edebiyatta da kendisine yer bulan Harut ile Marut’un hikayesini bilirsiniz. Nefsin gerektiğinde melekleri bile doğru bildikleri yoldan çıkarabileceğine en büyük delil bu hikayedir sanırım. Nefis burada ilk etken. Bunu bir kenara bırakarak diğer bir meseleye geçelim.
Felsefede sürekli tartışılan insan- hayvan ikiliği mantığın ilk basamaklarından birini teşkil ediyor. Hegel’den Platon’a, Platon’dan Sokrates’e, Darvinci görüşten materyalist felsefeye ve bunlarla bağlantısı olduğunu düşündüğüm hümanizm ve determinizme kadar tartışılan bu ikilik hipotezi ki kelime anlamı itibariyle düşünürsek felsefenin kendisi koskoca bir hipotezdir, tartışmaya hep açık kalmıştır. Özellikle son zamanlarda artan vahşilik unsurunu düşünürsek. Ama biz biraz daha, her ne kadar uygun olmasa da, realist taraftan bakarak bu ikiliğin, mealen söylüyorum, “insan her şeyiyle insandır” çıkarımını benimseyebiliriz. Fakat “insan” başta belirttiğimiz nefis unsurunu da kullanarak içinde bulunduğu yoklukları bahane edecek ve bir sınıflandırma, gruplandırma eylemine geçecektir.
Aliya İzzetbegoviç’in Doğu Batı Arasında İslam isimli kitabında şöyle bir mantık içerisinde kendimi buldum, sonradan yaptığımız bir tartışma içerisinde de bunun İslami prensipler içerisinde yer aldığını öğrendim. İnsanoğlu istese de istemese de belli bir disiplin içerisinde yaşar. Dinler de disiplinler üzerine kurulmuşlardır. Dinin en saf hali İslam olduğuna göre bütün insanlar bilinçli ya da bilinçsiz İslam üzerine doğarlar.
Gruplandırma işte burada devreye giriyor. Saf dinin herhangi bir “şey” dolayısıyla yaşanamaması önce diğer görüş ve disiplinleri doğurmuş ardından bunlar da yeterli gelmeyince sistemler ve tatbikatlar oluşmuştur. Bunların ürünleri ise akımları meydana getirir. O halde şunu demek yanlış olmayacaktır; her türlü sistem, görüş, akım vs. bir yokluk üzerine doğmuş çözüm yollarıdır.
Ütopyalar da bu yokluklar üzerine kurulmuştur. İnsanların günlük hayatlarında karşılaşamayacakları ancak hayalleriyle tasavvur edebilecekleri alanlar yaratmalarının gerekçeleri arasında belki de en belirgin olanı budur.
Aliya İzzetbegoviç kitabında bütün sistemleri, prensipleri, disiplinleri, dinleri, mezhepleri vs. tartıştıktan sonra tek bir kelime ile neredeyse bahsettiği her şeyi özetliyor. Okuyucuya; anlattığı, savunduğu, karşılaştırdığı bütün bir eser için tek bir kelime veriyor: teslimiyet.
İslam, teslimiyet üzerine kurulmuştur. Amenna, bunda hiçbir şüphe yoktur. Bu teslimiyet Allah’a ve kaderedir. İmanın şartları dışında başka hiçbir şey sonuna kadar teslimiyete açık değildir.
Bir de bilinç vardır. Bilinç kelime anlamı itibariyle anlama ve kavrama yetisidir. Amiyane tabirle aklın başta olma halidir. Şuurun kapalı olduğu bir zamanda öğretilmiş esaslar üzerine inşa edilmiş bir teslimiyet ağı bu duruma aykırıdır. Teslimiyet ancak bilinçli bir vaziyetle yapıldığı zaman değer kazanır.
O halde ben de yazımı, Doğu Batı Arasında İslam kitabının son cümleleri ile bitirebilirim. “İslam kanunlarına, emir ve yasaklarına, beden ve ruhtan talep ettiği gayrete göre değil; bunu hepsini kapsayan ve aşan bir şeye göre, marifetin bir anına, ruhun zamanla yarışma kuvvetine, varoluşun getirebileceği her şeye tahammül etmeye, rızaya yani tek kelimeyle Allah’a teslimiyetin hakikatine göre öyle adlandırılmıştır. Ey teslimiyet! Senin adın İslam’dır.”