Erzurum, bir zamanlar Anadolu’nun manevî kalbiydi. Bu şehirde karın beyazı yalnızca doğanın değil, ruhların da rengiydi. Her köşe başında bir medrese sesi, her sokağında bir dua yankısı vardı. İbrahim Hakkı’dan Bediüzzaman’a, Nene Hatun’dan Alvarlı Efe’ye kadar nice maneviyat önderi, bu şehrin toprağında iz bırakmıştı. Lakin bugün o izlerin üzeri, parıltılı vitrinlerle, sanal dünyaların yapay ışıklarıyla örtülmüş durumda. Artık bir gencin gözünde medrese değil, “kafe kültürü” parlıyor. Birinin dilinde dua değil, şarkı sözleri dolaşıyor. Oysa bu şehir, imanla yoğrulmuş bir şehir olmanın vakarını taşıyordu. Şimdi o vakar, birer birer elden gidiyor. Çünkü geleneği yaşatması gereken nesil, geleneği tüketiyor, yok ediyor.
Erzurum’un gençliği bir zamanlar örnek alınırdı. Edep timsaliydi, vakar sahibiydi. Şimdi o gençlik, dijital vitrinlerde bir gösteri nesnesine dönüştü. Her hareketi izleniyor, her hissi yönlendiriliyor. Sosyal medya, onların yeni mabedi, takipçi sayısı ise iman ölçüsü oldu. Anne babasının duasına değil, bir yabancının yorumuna sevinir hâle geldi. Çocuk, babasından değil, fenomenden etkileniyor. Bir gencin kim olduğunu artık ailesi değil, algoritmalar belirliyor. İşte bu yüzden, bugünün gençliği kendi toprağına yabancı; kendi geçmişine karşı alaycı. Çünkü tarihini bilmeyen, geçmişini yük değil, miras göremeyen bir nesil hâline geldi.
Eskiden Erzurum’da gençler, cami avlusunda, kıraathanede, ya da bir ilim meclisinde büyürdü. Şimdi büyüdükleri yer, dört inçlik bir ekran. Ekran büyüdükçe, gönül küçülüyor. Bilgi çoğalıyor, hikmet azalıyor. Artık her şeyin bilgisi var ama hiçbir şeyin anlamı yok. Gençlik nasıl yaşanırı değil, nasıl görünürü öğreniyor. Bir şeyin doğru olup olmaması değil, tutması önemli. Ve böylece, yüz yıl boyunca dualarla ayakta tutulan kültür, birkaç saniyelik videolarla yerle bir ediliyor. Çünkü çağın imanı “hız”, dini “popülerlik”, mabedi “sosyal medya” oldu.
Bu şehir, bir vakitler imanla dirilen bir şehirken, şimdi kimlik bunalımıyla sendeleyen bir hâle geldi. Eskiden babalar, oğullarına ahlâk miras bırakırdı. Şimdi telefon faturası bırakıyorlar. Anneler, kızlarına edep öğretirdi. Şimdi makyaj teknikleri konuşuluyor. Aile dediğimiz o kutsal bağ, artık bir grup sohbetine dönüşmüş durumda. Aynı evin içinde yaşayan insanlar birbirinin gözünün içine değil, ekranına bakıyor. Artık kimse sofrada dua etmiyor, çünkü sofralar bile “selfie” çekilmeden kurulmuş sayılmıyor. Ahlâk yerini rahatlığa, edep yerini özgüvene bıraktı. Oysa özgüven, edep yoksa kibirden başka bir şey değildir.
Gençlik artık sokağını, mahallesini, şehrini bilmiyor. Ama dünyanın öbür ucundaki bir ünlünün kahvaltısını ezbere sayabiliyor. Erzurum’un taşında, toprağında, tarihinde büyümesi gereken bir nesil, yabancı dizilerin replikleriyle yetişiyor. Ve biz, bunu sadece izliyoruz. Kimse “Bu gidiş nereye?” diye sormuyor. Çünkü herkesin elinde bir meşguliyet var ama hiç kimsenin kalbinde bir endişe yok. Oysa asıl felaket, sessiz çürümedir. Gürültüyle yıkılan bina kolay fark edilir, ama sessizce çöken bir ahlâk binasını kimse duymuyor. Erzurum da işte böyle bir sessizlik içinde, yavaş yavaş kendi ruhunu kaybediyor.
Bir zamanlar Erzurum gençliği imanla soğuğu yenerdi, şimdi soğuk ekranlarla imanını kaybediyor. Oysa bu şehir, sadece taş binalardan ibaret değildi. Bir medeniyetin kalbidiydi. Eğer gençlik bu kalbi kaybederse, Erzurum’un minareleri bile sessizleşir. Bugün, geleneği yaşatmak kavramı, bazılarına eski kafalılık gibi geliyor. Oysa gelenek, geçmişe takılmak değil; geçmişin ışığıyla geleceğe yürümektir. Ama biz, o ışığı elimizle söndürdük. Tarihimizi modası geçmiş bir dekor gibi görüp, yerine yapay bir kültür koyduk. Bu kültürün içinde ne ruh var ne samimiyet. Gülüşler sahte, sohbetler yüzeysel, dostluklar geçici…
Erzurum’un ruhunu yaşatan medrese anlayışı, bugünün üniversitelerinde yok. Çünkü üniversiteler artık ilim değil, kariyer üretiyor. Herkes iyi bir iş peşinde, ama kimse iyi bir insan olmanın derdinde değil. Gençlik, yüce ideallerle değil, basit çıkarlarla yön buluyor. Siyaset, ticarete; inanç, reklama; kültür, gösteriye dönüştü. Hangi derneğe, hangi topluluğa baksan; bir ideal değil, bir vitrin telaşı hâkim. Gençler artık “dava” kelimesini bile yanlış anlıyor. Onlara göre dava, paylaşılabilir bir içerik veya gösterişli bir etiket. Oysa dava, sessiz bir sabırdır, bir bedel ödemektir. Bizim gençliğimiz bedel ödemek yerine, beğeni toplamakla meşgul.
Bu yozlaşmanın en tehlikelisi ise şu: Artık gençler utanmıyor. Utanmak, bir fazilet olmaktan çıktı. Oysa utanmak, insan olmanın en temel belirtisidir. Bir genç, yanlış yaptığında yüzü kızarmıyorsa; bir toplum da yanlış gidişten hicap duymuyorsa, orada vicdan ölümü başlamış demektir. Erzurum’un gençliği, bir zamanlar vicdanın sesi olurdu. Bugün ise suskun. Herkesin söyleyecek sözü var, ama hiçbir sözün ağırlığı yok. Çünkü kelimeler, anlamını kaybetti. “Ahlâk” denince alay ediliyor, “maneviyat” denince sıkılıp baş çevriliyor. Gençlik, sanki kendi kendinden utanır hâle geldi. Ama unuttukları bir şey var. Geleneği reddeden, aslında kendini reddeder. Çünkü bu toprakların ruhu, bu milletin hafızası, geçmişin hikmetindedir. Bugün Erzurum sokaklarında dolaşan genç, farkında olmasa da ecdadının duasının içinde yürüyor. O dua hâlâ havada, hâlâ yankılanıyor... Lâkin duyan kalmadı. Çünkü kulaklarımızı müziğe, gözlerimizi ekrana, kalbimizi dünyaya verdik. Halbuki bir gençliğin kurtuluşu, ne kadar “çağdaş” göründüğünde değil ne kadar özüne sadık kaldığındadır. Erzurum, özüne sadık kaldığı sürece yaşar; aksi hâlde sadece bir harita üzerindeki nokta olur.
Bugün birçoğu değerler eğitiminden bahsediyor. Fakat değerler öğretilmez, yaşanır. Ne kadar çok seminer yapılırsa yapılsın, eğer anne evde dua etmiyorsa, baba namaz kılmıyorsa, öğretmen örnek olmuyorsa, değer dediğimiz şey kâğıt üzerinde kalır. Gençlik, duyduğundan değil gördüğünden etkilenir. Ve maalesef, bugün gördüğü şeyler, bir milletin geleceğini değil, çöküşünü gösteriyor. Ahlâkın yerini çıkarcılık, merhametin yerini menfaat, tevazuunun yerini kibir aldı. Erzurum’un gençliği artık rol model olarak kendi hocasını değil, bir YouTuber’ı seçiyor. Bu, sadece bir zevk meselesi değil; bir kimlik kaybı meselesidir. Ama hâlâ umut var. Çünkü bu şehir, karlar altından baharı çıkaran bir şehirdir. Eğer bir genç bile, kalbinde o eski Erzurum ruhunu yaşatırsa bu şehir yeniden dirilir. Dirilmek için önce yüzleşmek gerek. Kendi eksiklerimizi görmek gerek. “Benim elim ne kadar bu çöküşe karıştı?” diye sormak gerek. Her genç, bir kıvılcımdır. Ama o kıvılcım, ateş olup yakabilir de; ışık olup aydınlatabilir de. Bizim görevimiz, o ışığı doğru yöne çevirmek.
Erzurum’un gençliği, kendi tarihinden utanmasın onunla övünsün. Ecdadın bıraktığı bu miras, müzelerde değil, kalplerde yaşamalı. Çünkü medeniyet; taşla değil, insanla kurulur. Eğer insan bozulursa, taş da yıkılır. O yüzden bu şehrin geleceği, yollarında değil, gençlerinin vicdanında gizlidir. Bugün o vicdanı yeniden diriltmek için elimizi taşın altına koymazsak, yarın bu şehir bize küser. O zaman Erzurum, bir medeniyetin değil, bir ihmalin adı olur.
Ey Erzurum’un gençliği... Bu şehir sana miras değil, emanettir. Emanet, süslenmek için değil, korunmak içindir. Geleneği hor görme, çünkü o senin kimliğindir. Değerlerinden utanma, çünkü onlar seni insan yapan sütunlardır. Unutma, sen bu şehrin son savunma hattısın. Eğer sen kaybolursan, Erzurum da kaybolur. Ve o gün geldiğinde, kimse karın beyazına değil, toprağın sessizliğine bakacak.







