Hakan Arslanbenzer’in kavramsallaştırmasını ödünç alarak başlayayım: Dünyada hakim kültürel hegemonyanın bize “kültürel iktidar” olarak görünen yüzü aslında bir çeşit distribütörlükten, bir çeşit komiserlikten ibaret. Yani aslında Türkiye’de “kültürel iktidar” ne sağda ne de solda. Sadece, bir yanda Türkiye’de kültürü “milli bir mesele” olarak ilerletmek isteyen insanlar ve gruplar var. Bir yanda da Dubai’de, Brüksel’de, Paris’te, New York’ta, Londra’da dal budak salmış küresel kültür hegemonyasının komiserliğini, temsilciliğini yapmanın derdinde insanlar ve gruplar var.
Basit örnek vermek gerekirse “ispatlanmamış bir suç üzerinden” Hasan Ali Toptaş’ı yok etmeye uğraşanlarla “ispatlanmış bir adi suça rağmen” Emrah Serbes’i var etmeye devam edenler aynı komiserler.
Fakat bugün konumuz bu değil. Konumuz başka.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ya bizzat kendi eliyle yahut da vakıflar, STK’lar eliyle Somali’de, Bosna’da, Londra’da, Aştana’da herhangi bir medya kuruluşunu destekliyorsa bunun benim açımdan tek bir anlamı vardır: Türkiye, kendi çıkarları, hedefleri, gelecek projeksiyonu gereği bazı medya kuruluşlarını destekleyerek “etki alanı”nı artırmaya çalışmaktadır.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Devletler, hele büyük amaçları olan devletler “etki alanları”nı artırmak için bir sürü enstrüman kullanabilirler ve medya yoluyla devşirilen güç de bu enstrümanlara dahildir.
Söz gelimi Somali’de bir medya kuruluşunun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden ya da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin desteklediği bir vakıftan, bir STK’dan, bir düşünce kuruluşundan destek alması ya “açık bilgi” olarak orta yerdedir ya da “kapalı bilgi”dir.
Bu bilginin, açık olması da kapalı olması da fark etmez aslında. Aklı başında hiç kimse, Somali’de Türkiye’den destek alan bir medya kuruluşunun “tam bağımsız, aşırı objektif bir medya kuruluşu” olduğunu söylemez, söyleyemez. Çünkü belli bir şeydir ki bu medya kuruluşu Türkiye lehinedir, Türkiye’den yanadır. En azından kendisini destekleyen vakfın, STK’nın, kuruluşun kırmızı çizgilerinin içindedir.
Bunları böyle “101” düzeyinde anlatmaktan nefret ediyorum ama yapacak bir şey yok. Böylece anlatmak zorundayım ki mesele de anlaşılsın, derdim de…
Amerika’da herhangi bir fondan destek alarak Türkiye’de iş tutan bir medya kuruluşunun da “bağımsız, aşırı objektif, çok güvenilir” olmasını bekleyemeyiz. Hiç olmazsa destek aldığı fonun kırmızı çizgileri söz konusu olduğunda kendisini tutacaktır. Hiç olmazsa.
Bu da şuna benzer. Ben, işte bu yazımı yayınladığım Yeni Şafak Gazetesi’nin genel yayın ilkelerine de, kırmızı çizgilerine de aykırı şeyler yazamam. Yazarsam zaten telefonum çalar ve hattın diğer ucundaki genel yayın yönetmenim gerekeni söyler. Nereden biliyorum bunu? Çünkü Cins isimli bir derginin 6 yıldır genel yayın yönetmeniyim ve ilkelerimize de, kırmızı çizgilerimize de uymayan bazı yazılar için bu aramaları yaptım.
“Bu nasıl iş? Nerede kaldı yazar bağımsızlığı?” falan filan mavralarına da karnım tok. Sizin de karnınız tok olsun. Öyle bir dünya yok. Hiç olmadı. Her yayın kuruluşu amaçlarıyla, ilkeleriyle ve en önemlisi kendi gündemi ve kırmızı çizgileriyle vardır. Sorun namuslu iletişim hocalarına, anlatırlar size.
Uzun lafın kısası şudur efendiler! Amerika’dan, BAE’den, Almanya’dan, Norveç’ten fon aldığınızda onlar kadar, onların kırmızı çizgileri kadar, onların ajandası kadar bağımsız ve objektif olabilirsiniz. Kimse size babasının hayrına 476 bin dolar vermez. Kimse size babasının hayrına 4.760 dolar bile vermez.
Bütün bunları niçin anlattım peki? Şundan: Bir Amerikan vakfı, Türkiye’de fonladığı medya kuruluşlarının listesini açıkladı. Aşırı bağımsız olarak konumlandırılan, çok objektif olarak konumlandırılan, daha da önemlisi “özgür ve sivil” olarak konumlandırılan medya kuruluşlarının bu vakıftan aldığı paralar ortaya çıktı.
Şimdi soru şu: Parasını Amerika’dan alan bir medya kuruluşu olsanız, Amerika aleyhine de olsa gerçekleri haykırabilir misiniz?
Bir başka soru şu: Sizi fonlayan bu vakıf diyelim eşcinsellik destekçiliğini ajandasına aldıysa eşcinsellik aleyhine haber yapabilir misiniz o vakıf tarafından fonlanan medyanızda?
Hadi bir başka soru: İslamofobi’yi yaygınlaştıran, dindar insanların sosyolojisi üzerinde tepinmeye çabalayan bir medya kuruluşu olsanız ve bir Amerikan vakfı tarafından yılda 476 bin dolar fonlansanız bizim aklımıza “yahu bunu o vakfın ajandasına uygun olarak mı yapıyor acaba, yoksa tamamen kendi çirkinliği mi?” sorusunun gelmesi normal mi olur, anormal mi?
Yazının başlığı niçin “memleketin kayıp çocukları” peki? O vakıftan binlerce dolar alan medyacılar için değil. Onların durumu belli. Onlar kayıp değil. Tam tersine “yolunu çok iyi bulmuş adamlar” onlar.
“Memleketin kayıp çocukları”, bazı gazetelerin Türkiye’deki kamu bankalarından aldıkları reklamları falan gösterip “eh, sizi Türkiye destekliyor; bağımsız, özgür, sivil Ruşen’i de Amerika destekliyor, ne olmuş yani?” falan diyerek Amerika’yı savunuyorlar. Başlık, onlar için.
Yazık ki çok yazık. Amerika savunacak kadar, Amerika’nın kirli fonlarını savunacak kadar, CIA’in arka bahçesi olan vakıfları savunacak kadar “kaybolmaya” gerçekten lüzum yok çünkü. Memleketin sorunlarını “memleketin içinde” ve “yerlisi” olarak çözmeye gücümüz yeter çünkü. Amerika ya da her türden emperyalist odak asla buranın, bu toprakların, bu memleketin iyiliğini istemez çünkü.
Basit bir taramayla, örneğin S-400’lerin alınması sürecinde bu fonlanan medyanın ne tavır aldığına bakmak yeterli olacaktır gözü olanın görmesi için. Tabii, görmek isterse…