Birinci meselem şudur bugün: Diyelim Taksim’deki bombayı PKK ya da TAK patlatmadı. Yani, Banu Güven’inden Hayko Bağdat’ına, Ayşe Hür’ünden bilmem kimine kadar bütün barışsever(!) zevat haklı çıktı. Bombayı da diyelim DAEŞ, CIA, MOSSAD veya SAVAK patlattı. Hatta bir anlığına bu leş barışseverler(!)in yaygınlaştırmaya çabaladığı o iğrenç propagandayı satın alalım. Bombayı, seçim sathına girdik diye AKP patlatmış, bunu da Süleyman Soylu organize etmiş olsun. Söz konusu PKK isimli terör örgütünü vurmak, ortadan kaldırmak, kökünü kazımak olduğunda ne fark eder ulan? Bombayı kimin, ne amaçla, hangi saikle patlattığının PKK isimli terör örgütünü ortadan kaldırmakla nasıl ve şekilde bir ilgisi olabilir? Bu ilgi nasıl ve ne şekilde kurulabilir?
Bu leş barışsever(!)ler kabaca kamuoyuna şunu pompalamaya çabalıyorlar. “Taksim’deki bombayı PKK üstlenmedi, o halde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK isimli mayın eşekleri topluluğunu ortadan kaldırmasına gerek yok.”
Kemal Tahir gibi söyleyelim: “Bu akıllar nasıl bir akıllar yavrum?”
PKK’yı ortadan kaldırmakla, PKK’yı bire kadar kırmakla, PKK’yı dünya üzerinden silmekle Taksim’de patlayan bombanın ilgi düzeyi “sıfır”dır. Tam olarak “sıfır.”
Kaldı ki bu mayın eşeği destekçisi barışsever(!) leşler de biliyorlar bombayı PKK’nın patlattığını. Fakat bunun hiçbir önemi yok. Tekrarlıyorum: “Hiçbir önemi yok!”
Türkiye, 35 yıldır terör eylemleri yapan ve kadın, çocuk, yaşlı ayırmadan katleden bu terör örgütünü bulduğu her fırsat ve yöntemle ortadan kaldırmakta haklıdır. Yaptığı iş de dünyanın en meşru işidir.
Fakat tehlike asıl başka yerdedir. Türkiye’yi PKK’ya karşı kimyasal silah kullanmakla suçlamak, Türkiye’yi uyuşturucu kaçakçıları ile işbirliği yapan bir ülke olarak göstermeye çalışmak, Türkiye’yi DAEŞ destekçisi gibi algılatma çabaları az buz operasyonlar değildir.
Şairin “en kesif orduların yükleniyor dördü beşi” dediği yere geldik bence. Yalanla ya da doğruyla, hakikatle ya da zırvayla hiç işleri kalmamış görünüyor. Ne pahasına ve hangi yöntemlerle olursa olsun Türkiye’yi uluslararası toplum nezdinde “müdahale edilmesi gereken bir suç ülkesi” olarak kodlamaya, Türkiye’yi buradan satmaya çabalıyorlar.
Bu mayın eşeklerinin saklandıkları ABD, İngiltere, İsrail, İran ya da bilmem hangi bela emperyalist battaniyelerinin altında gizlemeye çabaladıkları yalın gerçek şudur: “Türkiye’yi pahası ne olursa olsun durdurmamız, hiç olmazsa yavaşlatmamız gerekiyor.”
Başarabilirler mi bunu? Allah fırsat vermesin, şerlerinden muhafaza eylesin ama bu soruya kolaylıkla “hayır, başaramazlar” cevabını vermek çok zor. “Ne pahasına olursa olsun”u göze alarak PKK güzellemeye, PKK ile mücadeleyi Taksim’de patlayan bombayla eşitlemeye, “savaşa hayır” kampanyası yapmaya cesaret eden bu şebeke seçime doğru çıldıracak, buna şüphe yok. O yüzden “nasılsa başaramazlar” demek büyük, çok büyük bir hata olur. Tedbir iyidir.
Bu, burada bir dursun.
İkinci meselem de şudur bugün: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katil Sisi ile el sıkışması içime sindi mi? Hayır ve asla! Sisi’den ve onun temsil ettiği değerlerin tümünden nefret ediyorum. Mursi’ye ve onun temsil ettiği değerlere ise en derinden bağlıyım.
Burada ne “ama”, ne “fakat”, ne de “lakin” diyeceğim. Kendimi çok üzgün, çok yaralanmış hissediyorum o görüntü karşısında. Sadece “ancak” diyeceğim o yüzden.
O görüntünün nasıl ve hangi şartlarda oluştuğuna dair bir bilgimiz yok. Elde var bir. Devletlerin menfaatleri icabı aks değiştirebildiklerini defalarca görecek kadar uzun yaşadım. Bu iki. Reel politikten, hele uluslararası arenada neredeyse nefret eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki onlar emperyalist emellerinden vazgeçmeden benim bir birey olarak Sisi’ye, İsrail’e, Amerika’ya, İran’a, Rusya’ya karşı tavrım değişmeyecek. Ancak “devlet aklı” dediğimiz şey zaman zaman “kan kusup kızılcık şerbeti içmeyi” gerektirir. Bu üç. Recep Tayyip Erdoğan’ın Sisi’den benim Sisi’den nefret ettiğimden daha çok nefret ettiğine adım gibi eminim. Bu da dört…
Yeri gelmişken şunu da tarihe not olarak düşeyim. “Biz Kahire’nin ara sokaklarında ne olduğunu adımız gibi biliyoruz” diyen küçük enişte vaktiyle kendisine yapılan bütün uyarılara kulak tıkayıp İhvan’ı bu denli gaza getirmeseydi, İhvan Mısır’da “bir geçiş hükümetinin” tarafı olarak kalabilseydi ne Tayyip Erdoğan sonradan Mısır’a “laiklik iyidir” önerisi yapmak zorunda kalacaktı ne de şimdi Sisi’nin elini sıkmak durumunda. Kendi bencil hırsları ve devasa kibriyle sadece Türkiye’deki İslamcıların değil, Mısır’daki İslamcıların da kolunu kanadını kırmakta “başat aktör”lük yapan küçük enişte şimdi haftalarca Mursi için ağıt yakacak da o bakımdan diyorum. Türkiye’nin Mısır’da ele geçirdiği imkânı hovardaca harcayan adamın hiç olmazsa edebiyle susmayı bilmesi gerekir.
Edebimizle susmak, evet! Söz konusu Mısır, İhvan ve Mursi olduğunda sadece utancımızdan yerin dibine geçebiliriz, hepsi budur.