Bir çölde bir gölge yeter mi insana? Güneşin kavurucu sıcağından ve rüzgârın yakıcılığından kaçabilir mi insan başının üzerindeki bir gölgeyle? Yeter mi ona bu? De bana: İnsanda gölge var mıdır insana?
Aşkların en birincisi “bir” diyerek başlayan mıdır? Şam’da, meczuplarla dolu o yerde, hani o dağın dibindeki mahallede çocuklar ölüme dayanmış ve ezanın okunmasını beklerlerken aşkların en birincisi “bir” diyerek mi başlar? “İkilikten geçemedin, biri birden seçemedin” derken benim ve senin deden Yunus, tam da aşkın imkânsızlığını mı anlatır yoksa? De bana: İnsanı yürüten yol mudur ayakları mı?
Çocukların büyümesi içlendirir mi seni de ihtiyar? “e” harfine yaslanarak büyüyen çocukların anaları günü saati gelince “kalk düğüne gidelim” diye ünlerler mi onlara? Kuşlar uçar mı? Biz uçuşu değil, ölümü hatırlayan faniler değil miyiz? De bana: İnsanın ilk kırıldığı yeri en onarılmış yeri değil midir?
Yalın ayak devrimler hayal etmek için geç, dünyayı anlamak için çok mu erken? Bir çift göz için geç, bir serin gülümseme için çok mu erken? İçilmiş tüm şarapların vebali bize midir? Yoksa biz sarhoşken henüz üzüm yaratılmamış mıydı? Görülmüş tüm serapların suçunu bize mi yıkarlar? Yoksa kedere battık diye salıverir mi bizi güngörmüş hâkimler? De bana: İncinmiş Leylaların masalını kim anlatır biz olmasak?
Cemin varsa cemalin, demin varsa dermanın, virdin varsa varidatın, kalbin varsa hüznün mü var senin de? Unutuluştan ve hatırlanıştan, unutuştan ve hatırlanıştan yapılma bir kale inşa ettin mi kendine hiç? Kumdan mıydı? Çamurdan mıydı yoksa? Rengimize bakanlar anlarlar mı bilcümle tayfları? Ve hayıflanırlar mı ardımızdan? Kirazın rengini ve insanın dengini anlamak niçin bunca zordur? De bana: Güvercinler şahinlerle uçmaya başlarsa neyi kaybeder dünya?
Şemsiye mi korur insanı yağmurdan, yağmuru yağdıran mı? Sebebe mi sarılsak iyi, sebebi yaratana mı? Tüm sebeplerden sıyrılmanın mümkün olduğu bir yer varmış derlerdi eskiden. Sen hiç gittin, bulundun mu orada? Ben sanki Fes’te, bir küçücük anda, belki bir saniyenin yarısı kadar bir zamanda “sebep yok, sadece akşam” demiştim ama bütün sürgünlerim gibi kısa sürmüştü o da. De bana: Dalmadığı bir okyanusun kenarında durmak niçin yine de güç verir insana?
Sen benden uzun yaşadın, bilirsin belki insanın insanda kaybolmasının insanda açtığı yaraların kabuğunu. Anlatır mısın bana da? Ben şunu biliyorum mesela: Ateş, deriyi gerer. Deri gerildikçe sesi toklaşır ve gürleşir. Ses toklaşıp gürleşince elinden tutarsın bir diğerinin. Dönmeye öyle başlanır. Yanan deri yakar seni ve dönmeye öyle başlanır. “Hay” dersin. “Hay hay” derler sana. “Hu” dersin ve cevap verirler. “Hayır, Rabbin seni unutmadı, terk etmedi de!” De bana: Gül bahçesinde değilse bülbül, neye yarar sesi?
Sahi ne açtı Yakup peygamberin gözünü? Gömlek elbette. Ama ne vardı o gömlekte? Özlem mi? Aşk mı? Bekleyiş mi? İhsan mı? Başkaca bir şey mi yoksa? İbrahim’in İsmail’i kurban vermesine benzer bir şey mi? De bana: Uzatabildin mi hiç boynunu bıçağa?
Zemberek boşalırsa zamanı durmuş kabul ederler mi senin büyüdüğün yerlerde de? Zamanı kayıt altına alan şey zemberek midir sahi? Çark mıdır? Dönüşüdür müdür çarkın? Geri kaldıysak ya? Ya ileriye gidiyorsak? Ya çarkları yapan usta kandırıyorsa hepimizi? Saat zamanı göstermek için değil, kendimizi kandırmak içinse ya? De bana: Bir kadının çığlığında nedir gizlenemeyen?
Sormadım saysan bu soruları sana, geçecek mi sanki o eşsiz, o benzersiz sıkıntı? Sordum saysan tamam olacak mı her şey? Ya peki cevap versen çıkacak olan ne? Susunca anlatamadığını konuşunca nasıl anlatır ki insan? De bana: Susarak ve susayarak geçse bir ömür, ne ola o ömrün hasılası?
Hayıfların, tayfların, çarkların, okyanusların, unutuşların, hatırlayışların, gömleklerin ve bekleyişlerin ardında ne vardır insana ihsan olarak? De bana: Niçin sonsuzdur yaşamak ve niçin bir andır cümle sonsuzluklar?