Bir zamandır “yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var” deyip duruyorum. Bazı arkadaşlarım bana bu cümlem üzerinden “kaygın nedir ki bunu vurgulayıp duruyorsun?” diye soruyorlar doğal olarak.
Kaygımın nedenlerini anlatacağım ama önce bir şey tanımlamayı denemeliyim.
Türkiye, çoğunluğunu sosyal medyada gördüğümüz 10-12 milyon insandan ibaret değil. Öyle olsaydı Türkiye için umudumu çoktan kaybederdim. Bir ucunda Kadir Mısıroğlu’nu takliden fes giyip kendini tarihten anlar zannederek zırvalamayı “mücadele etmek” zanneden; bir ucunda iki minare arasına astığı sanal mahyada LGBT savunması yapmayı “özgürlükle” eşdeğer gören bu akıl tutulması Türkiye’nin gerçeği de değil, vasatı da. Bence Türkiye, bütünüyle başka, bambaşka bir yerde.
Sevgili yol arkadaşım Tarık Tufan’ın “Türkiye’de ortak iyileri çoğaltmalıyız” dediği yeri konuşmak gerekiyor bu noktada. Çünkü gündelik politikanın çamurlu, berbat patikalarında durmaksızın kaybolan sosyal medya çukuru “ortak iyi”yi elimizden almaya memur sayıyor kendini.
Örnek mi? Jimnastikte dünya şampiyonu olan Ayşe Begüm Onbaşı’ya dünyayı dar ettiler mesela. Sebebi mi? Sebebi kızcağızın kendisini arayıp tebrik eden Cumhurbaşkanımıza içtenlikle teşekkür etmesi. Üstelik Onbaşı, ilk teşekkürü sporcusu olduğu Ankara Büyükşehir Belediye’sine, yani Mansur Yavaş’a etmişken… 18 yaşındaki bir kızın, üstelik alanında dünya madalyası aldığı için o anda mutluluktan uçtuğunu tahmin ettiğim bir kızın, üzerinde tepinmeyi insanlıklarına sığdırabilen bir hastalık türü bu.
Gerçi şunu da açıklıkla ifade etmek lazım. Sosyal medya çukuru, bu noktaya kendiliğinden dönüşmedi. Türkiye’deki her bir siyasetçinin, her bir politikacının, her bir gazetecinin bu çukurun oluşmasında ciddi katkısı var. 2013 yılında, ismi bende mahfuz bir politikacı bazı genç sosyal medya fenomenlerini toplayıp “onlar ne yapıyorsa biz de misliyle mukabele edelim” dediğinde meselenin buraya geleceğini tahmin etmiş ve çok üzülmüştüm. “Onlar” ne yaparsa yapsın “onların yaptığını yapınca onlara dönüşürsün” çünkü. Mesele bu kadar basit.
Bir başka patikaya sapayım.
Çok uzun süredir Türkiye’de kurulan ve zaman zaman benim de mecburen düştüğüm bir tuzak olan “onlar ve biz” düzlemini artık “taşınabilir bir yük” olarak görmüyorum. Hatta “onlar ve biz” düzlemini neredeyse memlekete kurulmuş bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu tuzak başarıya ulaşmış da görünüyor büyük oranda. Örneğin “İHA ve SİHA’yı biz yaptık” cümlesindeki “biz”in dar anlamlı bir “biz” olarak tanımlanmasını çok üzücü buluyorum. Yahut “doğalgaz rezervi bulduk” cümlesindeki “biz” atfının “dar kapsamlı bir “biz” olarak anlaşılmasını… Biz yaptık, biz bulduk: Yani Türkiye.
Genele, en genele, en tepeye çıkıp tanımlamak gerekiyor “biz”i. Böylelikle “ortak iyi”yi çoğaltıp “ortak kötü”yü işaretlemenin ne denli kolay olduğu görülebilir belki.
Sosyal medya çukurunda “birbirimizin gözlerinin içine bakarak söyleyemeyeceğimiz” her şeyin büyük bir rahatlıkla ve kırıcılıkla söyleniyor oluşu; sürekli bir “biz-onlar” düzlemi kuruluyor oluşu Türkiye’nin geleceği için kaygı duymamız gereken yerdir bana kalırsa.
Bir de şu: Kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkasına olağanüstü rahatlıkla ve pişmanlık emaresi göstermeden yaptığımız bir düzlem de doğuruyor bu “biz ve onlar” meselesi.
Örnek mi? Eski AK Parti milletvekili, şimdilerin keskin muhalifi Reha Çamuroğlu, benim bir iletimin altına “börek yağlı, ondan yazıyor bunları” minvalinde küçük düşürme odaklı sözler edince küçük bir sosyal deney yaptım bir zaman önce. Çamuroğlu’na “eski AK Parti vekili olduğunu ve bundan kaynaklı bir emeklilik maaşı olduğunu” hatırlattım. Biyografisini hatırlattım yani kabaca. Ne oldu biliyor musunuz? O koca romancı, o güzel edebiyatçı “ne istiyorsun, maaşımı sana mı vereyim?” noktasına kadar ilerletti işi. Ben de kendisine “siz benim kazancımla, emeğimle rahatlıkla dalga geçebiliyorsunuz, her şeyi para için yaptığımı ihsas edebiliyorsunuz ama ben sizin emekli maaşınızı hatırlattığımda derhal kabalaşıyorsunuz, yakışmadı size” yazdım. Sonuç ne oldu dersiniz? Tabii ki kendisi tarafından engellenmek.
Bir çizgi olmalı. Kavgada bile duracak bir “ahlaklı zemin” bulmalı insan kendine. Ve evet, bunu en başta kendime de söylüyorum.
Meseleye dönersek…
Türkiye’de kurulan “biz ve onlar” denklemindeki “biz”in ve “onlar”ın gündelik politika üzerinden kurulmasına müsaade etmemek biraz da bizim elimizde. Politikacılardan bu dili köpürtmemelerini isteyebilir, onlara bu dile razı olmadığımızı beyan edebiliriz. “Biz ve onlar” politikasının “toplumsal sözleşme”mizi zorlayan bir şey olduğunu fark etmelerini sağlayabiliriz.
Yine de şunu söylemem lazım: “Farklılarımızı bir kenara bırakalım” falan gibi bana dangalakça gelen o hataya düşmekten bahsetmiyorum. Farklılarımızla varız çünkü. Dünyaya geliştirdiğimiz bakma biçimlerimizle varız. Sadece “farklılıklarımız en süfli biçimde kaşınıp bizi birbirimize kırdırmasın; bu büyük bir tehlike arz eder memleket için” demeye çalışıyorum.
Bunu böylece dememin tek gerekçesi ise yine memleket. Varoluş ve var kalış mücadelesinin tam ortasında cepheyi genişletmek yerine daraltmak, mücadeleyi güçlendirmek yerine zayıflatmak dostu üzer, düşmanı sevindirir; başka da bir sonuç doğurmaz vesselam.