Seneler içerisinde mülteciler konusundaki fikrim hiç ama hiç değişmedi, zannederim bu saatten sonra da değişmeyecek. O fikir şudur: İnsanların savaş, yoksulluk, dikta yönetimi ve benzeri “mücbir sebepler” ile mülteci olma hakları vardır. Bu hak, en temel insani haklardan biridir.
Burada anlaştıysak ilerleyeyim. Mücbir sebeplerle mülteci haline gelen insanın istediği ülkeye gitmeye hakları da vardır. Ülkelerine “mülteci kabul etmeyen” yönetimler bir bakıma insanlık suçu işlemektedirler.
Burada da anlaştıysak ilerleyeyim. Bir ülkede mültecilerin yol açabileceği sosyal sorunları yönetmek, doğal olarak o ülkenin sorumluluğudur; mültecilerin değil. Bilmediği, kodlarını anlamadığı, nasıl yaşayacağını çözemeyeceği bir ülkeye gelen mülteciden bir de “sosyal sorunlarını yönetmesi” beklenemez.
Dahasını da söyleyerek tamamlayayım. Mülteciye dini, dili, ırkı, sosyal statüsü sorulmaz. Afganistan’da Taliban’dan, İran’da molla rejiminden, Ukrayna ya da Suriye’de savaştan, Angola ya da Pakistan’da açlıktan kaçan insanın derdiyle dertlenmeyi bilmeyen insana da insan denilmez.
“Mültecilerin yol açtığı sosyal sorunlar” bahsine ilerleyelim. Sosyal medyadaki leşler leşi algı kampanyalarını bir kenara bırakarak değerlendirecek olursak… Konuştuğum hemen hiç kimse “şu mültecinin bana şöyle bir net zararı var” demiyor, diyemiyor. Hatta araştırmalara bakılırsa Türkiye’deki insanların %85’i gündelik hayatlarında mültecilere temas bile etmiyor.
Bunların akılsızlarının öne sürdükleri şeyler şöyle: “Mülteci sıraya kaynak yaptı, Suriyeli denize girdi, Arap kızlara baktı.” Biraz akıllı mülteci düşmanları ise şunları söylüyor: “Türk gençleri işsizken bunlar iş buluyor, kiralar bunların yüzünden çok arttı.”
Bir parantez açayım.
Sosyal medyada yürütülen algı işinde şöyle düşünüyorum. “Burası Eminönü değil Afganistan önü” diyen çocuk da, caddelerde kızlarımızı videoya çekip tiktokta paylaşan Pakistanlılar da, benzeri işlerin tamamı da bence net şekilde istihbarat işi. Deniz Ülke Arıboğan’ın tespitiyle de bu istihbarat işinin arkasında İran var.
Doğrusu buna zerrece şaşırmam. Suriye’de oluk oluk insan kanı içen İran rejiminin yapabileceklerinde herhangi sınır olduğuna dair bir kanaatim yok zira. En basiti şurasından düşünelim meseleyi. Mülteci olmak için binlerce kilometre yol gelmişsin, ülkeni ardında bırakmışsın, burada “burası Afganistan önü” dediğinde ya da kızlarımızı videoya aldığında paketlenip ülkene gönderileceğini de biliyorsun ama yine de bunları yapıyorsun, öyle mi? İnsanın “zeka” denen nimetten zerrece nasibinin olmaması gerekir bu düzeyde bir ahmaklık etmesi için. Bunu, bir vesile uzun uzun yazarım inşallah ama şunu da söylemiş olayım. Suç işleme oranı %1 düzeyinde olan mültecilerin yaptığı en küçük olumsuzluğu “suçun şahsiliği ilkesi”ni bir kenara bırakıp tüm mültecilere düşmanlık etmek için kullanan siyasilerin Türkiye’ye değil, bilerek ya da bilmeden başka ülkelerin istihbarat teşkilatlarına çalıştıklarını düşünüyorum. Türk milliyetçisi Ümit Özdağ’ın politikaları en çok İran’ın işine yarıyor mesela.
Kapatayım bu parantezi ve devam edeyim.
Şu iş konusunu alalım ele. 81 ile 81 üniversite projesi ile “fiziki işlere burnunun ucuyla dahi bakmayan” milyonlarca genç mezun ettik. Açık konuşmak gerekirse memlekette mülteciler olmasa inşaatımızı yapacak işçi, koyunumuzu güdecek çoban, mobilyamızı imal edecek usta bulamaz duruma gelirdik çoktan. Türkiye’nin “istihdam planlaması” meselesi bana kalırsa yakın dönemin en önemli meselelerinden biridir ve mültecilerin varlığı bu planlamayı yapabilmemize imkan tanımaktadır, yapamamamıza değil.
Ev meselesinde de durum şudur. Bugün şehrin çeperlerinde, viranelerde, çoktan sosyal çöküntü alanı haline gelmiş semtlerde 3 lira etmeyecek evini 10 liraya, 10 lira etmeyecek dükkanını 50 liraya veren ev sahiplerinin sorunudur o sorun, mültecilerin değil.
Denebilir ki “efendim, kira krizi varken…” Haklısınız ama emin olun, Başakşehir gibi “mülteci olmayan Arapların” yaşadığı yerleri saymazsak hemen hiçbirimiz mültecilerin yaşadığı evlerde ve yerlerde yaşamak istemeyiz. Haksız mıyım?
Şimdi gelelim asıl meseleye. Türkiye gibi “mülteci akını” yaşayan bir ülkede yapılan en büyük hata 10 yıldır bir “göç bakanlığı”nın kurulmamış olmasıdır. İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir müdürlüğün 5 milyonu bulan mülteciyi sevk ve idare edebilmesi, mültecilerin sosyal oryantasyonunu temin etmesi, sosyal krizlerle mücadele edebilmesi imkansız değilse de imkansıza yakındır.
Kabul, yerleştirme, oryantasyon, eğitim, yerleştirme, geri gönderme, gönüllü dönüş planlama ve benzeri meselelerde çalışan bir bakanlığa ihtiyacımız vardı. Bu bakanlığın kurulacağı yaklaşık 6-7 yıldır da konuşuluyor aslında ama bir türlü hayata geçmedi. Bence hala “çok geç kalınmış” değil. Sorunların pek çoğu bu bakanlık üzerinden daha rahat, daha hızlı çözülebilir.
Bitirirken demeliyim ki mültecilerin Türkiye’deki varlıklarını asla “bir sorun” olarak tanımlamadım, tanımlamayacağım da… Bütün Türkiye bunun aleyhini düşünse, ben yapayalnız kalsam bile bu böyle. Mülteciler vardır! Tabii ki “mültecilerin Türkiye’de yol açtığı sorunlar” da vardır ve bu sorunların olması da hayatın akışının doğal sonucudur. Bu sorunların yönetilmesinde inisiyatif almak ise mültecilerin başarabileceği bir şey değildir. Şunda bir anlaşsak şu leşin leşi algılara teslim etmeyeceğiz toplumu.
Hadi son bir not da bu yazıyı okuyunca “çok seviyorsan evine al besle” diyerek mültecilere evcil hayvan muamelesi yapmaya çalışan ırkçı davarlara gelsin. Elhamdülillah. Allah nasip etti, hem evimiz Türkiye’de, hem de Türkiye’deki evimizde “bir kurtuluş anahtarı” sayarak mülteci kardeşlerimizin yardımına koşuyoruz. Sense “az gelişmiş bir davar” olarak herhangi bir evde değil ahıra dönmüş zihninde debelenip duruyorsun.