"Nasılsa istediğimiz otelde yer buluruz” fikri, yanlış fikirmiş. Bunu, gittiğimiz dokuzuncu otelin lobisinde kendimize itiraf etmemiz gerekti. Yedi kişiyiz, minibüs teknik malzeme dolu ve biz, hem fiyatı bize uygun hem temel insani şartlarda barınabileceğimiz bir otel bulamamıştık çünkü.
Saat sekizi biraz geçiyordu. Yolculuk epeyce yorucu geçmişti ve “yer bulamazsak” düşüncesi hızla akan bir ırmağa dönüşmüştü. Rehberimiz koluma girip “abi” dedi, “Mezze’de tanıdığım bir emlakçı var. Bize iki tane ev verse bir haftalığına, olmaz mı?”
Olur tabii. Olmaz mı?
Depozitolarla kiraları verdik, anahtarları aldık. Geniş evde beş kişi kalacaktı. Mustafa ile benim payıma da iki kişilik ve emlakçının tarifiyle “ultra lüks” ev düşmüştü.
İki odalı bu evin ultra lükslüğüne bayıldık Mustafa’yla. Duvarlar çakma Mısır freskleri doluydu. Evin küçücük holünden küçücük mutfağına geçişi sağlayan kapının iki yanında “Tutankamun’un saklama kabı” ismini taktığımız iki son derece kötü heykel vardı. Bir de, yatak odalarından birinin ebeveyn banyosu saunaya dönüştürülmüştü. “Ortalaması kırk derece Şam’da sauna şahane fikirmiş” diyerek gülüşmüştük iki arkadaş.
Ertesi akşam mı gitmiştik, belki de sonraki gün. Hatırlamıyorum şimdi. Seyyide Gülsüm’ün hemen yanındaki Şazeli Dergâhının mütebessim insanlarını “eksiksiz bir fotoğraf” olarak bugün bile hatırlıyorum fakat. Hele elini öpmek üzere uzandığım zakir başının ani bir hareketle benim elimi öpmesini ise unutamıyorum. Şeker uzatmıştı bize. Küçük, minik, şahane lezzetli şekerler. Ardından nereye oturacağımızı işaret etmişti.
Kameralarımız yoktu yanımızda. İzin vermemişlerdi kayıt yapmamıza.
Yatsı kılındı. Yaşlı, hatta bana öyle geliyor ki, insanlık tarihi kadar yaşlı şeyh efendi gelip posta oturdu. Daha önce Tarık’la gidişimizden de hatırladığım o deri montlu artis delikanlı yine şeyh efendiden sonra gelip yine gevşek gevşek hareketlerle sağa sola salça oldu. Ve yine “habibi” diye başladığı kasidesini söylerken yüzüme “bu kasideye ağlamayan da biraz şeydir tabii” diyerek baktı ve ben yine ağladım.
Sonra bir an geldi. Eşsiz, ilginç bir an. Bizim artis delikanlı “habibi” demeyi ve etrafa bakmayı bıraktı, gözlerini şeyh efendiye mıhlayıp “tabibi” diye feryat etmeye başladı. Fakat ne feryat etmektir o. Zannedersin ki şeyh efendi gözlerini kaldırıp o delikanlıya bakmazsa bizimki eriyecek oracıkta. Elinde yeterli malzeme olduğu halde kanını durdurmayan şeyh efendiye biraz kırgınlıkla bir son bakış fırlatacak ve ruhunu öylece teslim edecek.
Gördüm. Vallahi gördüm. Bir kerecik baktı şeyh efendi bizim artise. Bir kerecik baktı ve bizim artis, birdenbire kanadı kırık bir kuş iyileştiğinde nasıl hevesle uçarsa öylece uçarak dünyanın en ritmik ilahisini şakımaya başladı. Bunu size ispat edemem, ancak o esnada bulunduğumuz dergâh Şam toprağından kopup göğe yükseldi bir anlığına.
Mezze’deki ultra lüks evimize döndüğümüzde Mustafa, “ilk yalnız kaldığımızda sorayım” diyerek aklında biriktirdiği o soruyu telaşsız ama merakla soruverdi: “İsmail abi, aşk oydu değil mi?”
Biraz duraksadım. Zor soruydu bu. Zor yerden gelmişti.
Aşk o muydu sahiden?
Mutfağa gittim. Buzdolabından iyice soğumuş iki meyve suyu aldım. Birini Mustafa’ya uzattım. Soru orada, öylece duruyordu.
“Aşk o değil” dedim. “Aşk o değil. O sevgi gösterisi. Aşk daha çok, hayatı boyunca şeyh efendinin yüzüne bir kez bile doya doya bakmaya cesaret edememiş o zakir başının düştüğü yerin adı. Öbürü arsız. Öbürü, yeteneğine de güvenerek, ‘beni de sevsene’ diyor. Zakir başı öyle değil. Zakir başı sadece ‘ben aşığım’ diyor. İster sevsin şeyh efendi onu ister sevmesin. Onun açısından zerrece fark yok.”
Mustafa, küçücük odasını bir başka soruyla doldurdu bu kez: “O zaman bizim için aşk yok, aşka düşmenin bir imkânı yok bu yaşadığımız hayatla, öyle mi?”
“Var” dedim Mustafa’ya. “Var ama bizim baktığımız yerde değil. Bizim talihsizliğimiz onu hep olmadığı yerde aramaktan ibaret.”
Meraklısına üç küçük not… O “ultra lüks” ev, Suriye savaşının ilk yılında bombalanmış. O dergâhsa hala yerinde duruyormuş ama ne geleni kalmış ne gideni. Mustafa mı? O aşka düştü sonunda. İki yıl ağzından kan gelerek yaptığı ilk filmiyle uluslararası film festivallerinde almadık ödül bırakmadı.