21 yaşındaki Patrick Crusius, bir kaç gün önce ABD’nin Teksas eyaletinin El Paso kentinde bir AVM’ye daldı ve elindeki tam otomatik silahla 20 kişiyi öldürdü. Bu saldırının hemen ertesinde bu sefer Connor Betts isimli 24 yaşında bir ABD’li 9 kişiyi öldürüp 27 kişiyi yaraladı ki öldürdüklerinden biri de kendi kız kardeşi idi.
El Paso saldırganının geride bıraktığı manifestodan anlıyoruz ki Patrick, Yeni Zelanda saldırganının yoluna “yolumuzdur” diyor. Temel meselesi göçmen karşıtlığı ve bunun için de hem mevcut Amerikan yönetimine hem de Amerika’nın kurucu kadrosuna öfke duyuyor.
Patrcik’in manifestosundaki şu satırlara birlikte bakalım: “Genel olarak Christchurch saldırganını ve onun manifestosunu destekliyorum. Bu saldırı, Texas’taki Hispanik istilasına karşı bir yanıt. Kışkırtıcı olanlar onlar, ben değilim. Ben bu kültürel ve etnik istila sebebiyle ülkemi koruyorum. Sebeplerim kişisel değil.”
Henüz Ohio saldırganı hakkında detaylı bilgilere ulaşılmış görünmüyor fakat onun da sebeplerinin Patrick ile paralellik taşıyacağından şüphe etmiyor uzmanlar.
Soru şu: Bu “masskiller” denilen it oğlu itlerin sebepleri gerçekten kişisel değil mi? Cevapsa şu: Çatlayacak kadar kişisel ancak meselesinin kişisel olmadığını iddia ederek bir çeşit “misyon katili” oluyorlar.
Daha önceki yazılarımdan birinde, bir kavramsallaştırmanın üzerinde durmuştum: “Yetersiz beyaz adam.”
Bugün dünyanın hemen her yerinde karşılaştığımız bir insan türü “yetersiz beyaz adam.” Kendisini doğduğu ülkenin asıl avantajlısı olarak kurguluyor ve bu avantaj belirgin bir “beyaz adam üstünlüğüne” dönüşmeyince; işi gücü yolunda gitmeyince; eğitimini doğru düzgün alamayınca öfkesini yansıtacak bir toplumsal kesim, bir topluluk arıyor. Çünkü kendisinde vehmettiği “doğal üstünlüğü” bir türlü hayata geçirememenin öfkesini kendisinde, donanımının eksikliğinde, yetersizliğinde bulursa kendi kurduğu anlamsız sistem çökecek. Bu durumda en yakın düşman kim oluyor? İşini, parasını, geleceğini elinden aldığını düşündüğü göçmenler.
Aslında Ku Klux Klan’ın daha sofistike hali bu. Göçmenlere, ötekilere “sadece var oldukları” için değil de kendi muhayyel imkanlarını ellerinden aldılar diye düşman oluyorlar. Üstelik giderek “bu iş siyasetle düzelmez” demeye de başlıyorlar ve kendi “beyaz atalarını da suçlayarak” birer katile dönüşüyorlar. İşte Patrick’in manifestosundan bir bölüm daha: “Kısaca ABD içten içe çürüyor ve bunu barışçıl yollarla durdurmak imkânsız. Rahatsız edici gerçek şudur ki, liderlerimiz, hem Demokratlar, hem de Cumhuriyetçiler, bizleri yıllardır yüzüstü bırakıyor.”
Peki ama hem El Paso’daki hem de Ohio’daki katillere “vur emrini” gerçekten Sinan Ogan vermiş olabilir mi? Ya da Ümit Özdağ ya da Lütfi Türkkan?
Cevap şu: Elbette evet. Zira hem Amerika’da hem de Türkiye’de yükselen popülist ırkçılığın asıl numarası “perde gerisinde kalan” kanaat önderlerinin insanların zihinlerini her türlü suça hazır hale getirmek. Yani kurguladıkları sofistike ırkçılıkla Patrick’i ya da Connor’u “suça hazır hale” getiren ve ismi bilmem ne olan birileri var.
Ülkemizdeki isimleri mezhepçi faşist Sinan Ogan, göçmen karşıtı faşist Ümit Özdağ ya da Lütfi Türkkan ise Amerika’daki isimleri de Trump ya da Jeff Sessions oluyor.
Sanki son derece makul bir şey söylüyorlarmış gibi görünmeye çabalayarak ve sürekli “şiddete karşıyız” diyerek bir çeşit gerginlik alanı oluşturuyorlar. Yani evet. El Paso’daki “vur emrini” aslında Sinan Ogan’a çok benzeyen bir akılsız faşist lider verdi ama olan ona değil Patrick ile onun öldürdüğü 20 kişiye oldu.
Bir kez daha söylemek lazım. Irkçılık ve faşizm bir pislik bataklığıdır. Göçmen karşıtlığı bir tür ruh hastalığıdır. Mezhepçi gayretlerle İran’ı ve Suriye yönetimini desteklemek için Türk çocuklarını gaza getirmeye çabalamaksa “insanlık düşmanı” olmaktır.
Bu insanlık düşmanlarını tanımak ve onlarla mücadele etmek boynumuza borçtur.