Günümüzün genç ve sıkı şairlerinden Enes Kılıç şöyle yazmış: “Tarafını seç” oyunu bittiyse ailemize ve kalan birkaç dostumuza dönelim tekrar. Bize kalan Türkiye bu kadar işte...
Sosyal medyanın en sağlam adamlarından biri olan Said Ercan kardeşim de şöyle yazmış: Seçim vesilesiyle muhalif kardeşlerim bana haklarını helal etsinler. Seçim dışında bir sürü ortak noktamız var. Ortak noktamızı yüceltmeye devam edelim.
“Elinin emeğinden başkasına” inanmayan babam, personel servisini yaptığı hastanenin ağır CHP’li çalışanına şöyle demiş seçimden önceki cuma: Pazartesi ikimiz de beş buçukta kalkacağız, ben araba süreceğim, sen önlüğünü giyeceksin. Başka hikâyemiz mi var?
Biri yirmili, biri otuzlu, biri de altmışlı yıllarında üç insanın bu üç tepkisini yan yana koyunca anlıyorum ki “gündelik politikanın sersemleştirici dili” bizi teslim alamıyor hala. Bu güzel, bu umut verici…
Kendime de birkaç çift laf edeyim. Sürekli, gündelik politikanın uzağında, büyük ve değişmez siyasetin yanında durmam gerektiğini salık veriyorum kendime. Ama ne oluyor, nasıl oluyorsa Türkiye her seçimde beni gündelik politikanın tam içine, tam kalbine doğru çekiyor ve kendimi bir adayın, bir partinin kazanması için uğraş verirken buluyorum.
Üstelik gündelik politikanın dili o kadar çiğ, o kadar vasat ki… O çiğlikten, o vasatlıktan kaçmanın, saklanmanın imkânı yok. Ve hayır, herhangi bir politik tarafın diğer politik taraftan gram, hatta zerre farkı yok söz konusu gündelik politika dilinin çiğliği olunca.
“Bu seçimde ya Ebu Cehil’i seçeceğiz ya Hz. Muhammed(sav)’i” diyen adamla “fare tutuşunu göster sana teknolojiyle ilişkini söyleyeyim” diyen kadın aynı aptallık düzleminde buluşuveriyorlar. Uhud yenilgisiyle Mekke’nin fethini ilişkilendirip bunu seçim üzerinden analiz diye kasan zihinle, Anadolu’dan oy kullanmaya gelen insanlara “çorap kokuyorlar” hakaretini sallayan zihin aynı zihin aslında. Değişmiyorlar, değişmek istemiyorlar.
Bunları yine ve bir noktaya kadar affetmek, hoş görmek mümkün… En nihayet berbat bir düzeyde de olsalar “politik mülahaza” beyan ediyorlar. Bir bakıma saygıdeğer bir iştir.
Peki ama aslı astarı olmayan, gerçekle ilişkisini kuramadığımız yalanları su içer, ekmek yer gibi rahatça dolaşıma sokmaktan utanmayan insanlara ne diyeceğiz? Yahut berbat iftiralarını “kanaatmiş” gibi serdedenlere…
Kendimden örnek vereyim. Seçim süreci boyunca “gündelik politika”ya dair tespit, dilek, temenni içeren her tweetimin altına “tabii, senin de işin zor, bunları yazmazsan hesabına para yatmaz” yazan yüzlerce insanın varlığını korkutucu, hem de çok korkutucu buldum. Tabii, artık işi iyice alaya alıp “şimdilik 250 bin lira yatırdılar hesabıma, seçimi Binali Yıldırım kazanırsa bir 250 bin lira daha yatıracaklar” falan yazdım ama dehşetle şunu da fark ettim. Bu sarakaya inanmaya hazır binlerce “gündelik politika canavarı” var. Buna can-ı gönülden inanarak “yandaş yazar para karşılığı destek verdiğini itiraf etti” manşetini atabilecek medya kuruluşları var.
Bu bir tek bana korkutucu geliyor olamaz değil mi?
Bir de başka tarafından ilerleyeyim. Kendi gönül verdiği partiyi ya da adayı açıkça destekleyen yazar-çizere “yandaş” demeyen insanların bir diğerinin başka parti ya da adaya gönül vermesini “yandaşlık” olarak tanımlamasındaki saçmalığı bir tek ben mi görüyorum? Nevşin Mengü CHP seçim bürosu gibi çalışırken sorun yok da Hasan Kaçan, Binali Yıldırım’a destek verince mi sorun var? Ya da tam tersi! Ne fark eder?
İnsanın adalet duygusu gündelik politika ilgisinin hemen önünde olmalıdır. Aksi halde “politik hayvanlar”a dönüşürüz ve birbirimizle politik görüşlerimiz üzerinden sevgi-nefret ilişkisi kurduğumuz tuhaf bir yerde buluruz kendimizi. Buna gerek yoktur.
Çünkü başka hikâyemiz yoktur. Gerçekten yoktur.