90’lı yılların o berbat, puslu atmosferinde yapınca çok eğlendiğimiz bir şaka kalıbı vardı. “Bir devlet kurumunda x olarak çalışıyorum. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.” O “x”i kafamıza göre doldururduk. En çok kullandığımız 3 kelime “Aczimendi dervişi, Hizbullah militanı ve mafya üyesi” idi. Yani şöyle: “Bir devlet kurumunda Hizbullah militanı olarak çalışıyorum, yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.”
Yaşım ve İslamcılığım gereği “Türkiye Hizbullah”ı denen terör örgütünün tarihini yakından takip etmek zorunda kaldım. 80’li yıllarda kurulan, “İlim Kitabevi-Menzil Kitabevi” kanlı çatışmalarıyla yöntem olarak şiddeti benimseyen, İran ve dönemin Jitem-MİT gibi kurumları tarafından “kullanışlı bir aparat” olarak görülen Hizbullah, şüphe yok ki bir terör örgütü idi ve ayakları bu memlekete basmayan her örgütlenme gibi kimileri tarafından “işlevsel” bulunuyordu.
Temel olarak Sünni Kürtleri “İran İslâm Devrimi” isimli masala benzer bir masala yönlendirmeye çabalayan Hizbullah’ın Batman, Diyarbakır, Urfa ve Van gibi şehirlerde sosyolojik olarak karşılık bulduğunu da hatırlatmak lazım. O dönem kavramın gerçek anlamıyla “devletin sahipsiz bıraktığı” dindar Kürtler için Hizbullah’a yakın olmak “kaçınılmaz” bir seçenek gibiydi neredeyse. Canını, malını, ırzını PKK vahşetinden korumak isteyen insanlar, devletten bir güvenlik garantisi göremiyorlardı çünkü. Dahası, sonradan ortaya çıkan birçok gerçeğe dayalı olarak söylemek gerekirse devletin derinleri “yapınca suç sayılacak” hemen her herzeyi “Hizbullah” adıyla yaptılar. Bunun da en büyük zararı bizatihi Hizbullah’a oldu.
Sonra köprünün altından çok sular aktı. 2000 yılında neredeyse bir tiyatro oyunu, bir maç yayını gibi gösterilen meşhur Hizbullah baskını ile örgütün üst düzey yöneticileri ölü ya da diri olarak ele geçirildi. Hemen ardından “kurunun yanında yaşın da yanacağı” bir baskınlar silsilesiyle yüzlerce isim Hizbullah’tan içeri alındı. Haklarında herhangi bir mahkeme kararı olmamasına rağmen 10 yıl tutuklu tutulan yüzlerce insana oldu olan.
2000’li yılların ortalarından itibaren Hizbullah, bir yöntem olarak şiddeti terk etti ve bir anlamda kendini lağvetmiş oldu.
İş HÜDA-PAR’ın kurulma aşamasına gelene kadar vaktiyle yolu “sempati” düzeyinde de olsa Hizbullah ile kesişmiş dindar Kürtlerin 2000’li yıllar boyunca kurdukları ve şiddetle asla işlerinin olmadığı kimi STK’lar FETÖ ve devletteki bazı yapılanmalar tarafından sürekli kapatıldı. Buna rağmen bu STK’lar asla şiddetten yana bir tavır sergilemedi. Bu, çok kritik bir süreçti ve doğrusu son derece sağduyulu şekilde atlatıldı o yıllar.
2012’de kurulan HÜDA-PAR’ın dört temel vurgusu olduğunu görüyoruz net şekilde. Birincisi “her türlü şiddetin karşısında olma” vurgusu ki bunu her zaman çok önemli buldum kendi adıma. Kürtlerin “politik alandaki taleplerini demokratik imkânlarla aramak” denebilir buna. İkincisi “Kürt milliyetçisi” ithamlarını sürekli olarak ve kesin bir dille reddetmeleri. Sürekli olarak “biz Kürt milliyetçisi değil, ümmetçiyiz” diyorlar parti yetkilileri ve asıl inançlarının “Müslümanlar kardeştir” cümlesi olduğuna dikkat çekiyorlar. Üçüncü vurguları Mili Görüş geleneğinden bildiğimiz “faizsiz ekonomik düzen” vurgusu. Dördüncüsü ise “bu topraklar dışında bir merkez” ile irtibatlı olmadıkları vurgusu.
90’lı yıllarda benim Hizbullah çevrelerine getirdiğim “İrancılık” ve “tarikat-cemaat düşmanlığı” meseleleri de çoktan rafa kalkmış görünüyor. Suriye cihadı, Türkiye’de “İran İslâm Devrimi” sonrası oluşan İrancılık meselesinin bütün yaldızlarını döktü tabiri caizse. İran tarafından doğrudan desteklendiğini düşündüğüm Saadet Partisi’ni ve sayıları çok azalan bazı “maaşlı elemanlar”ı saymazsak Türkiye’de İrancılık değil, “İran’a karşı öfke” hâkim İslâmcı gelenek açısından. HÜDA-PAR da bunu büyük oranda böyle değerlendiriyor artık. İran, net şekilde “Müslüman katleden bir ülke” Türkiye İslâmcıları açısından.
Yineleyeyim de iyice anlaşılsın. Türkiye’de İrancı arayan HÜDA-PAR’a değil, Saadet Partisi’ne, CHP’deki bazı isimlere ve CHP’ye verdiği destek ile bilinen Türkiye Caferilerinin lideri Selahattin Özgündüz’e bakmalı. Gerçi Özgündüz bile Karabağ konusunda İran rejimine çok sert eleştiriler getirdi. Türkiye’de kurumsal olarak bir tek Saadet Partisi memnun galiba İran rejiminden. “Karabağ’ın Ermenistan’dan alınmasına üzüldük çünkü İran’dan yanayız” açıklaması yapsalar şaşırmazdım.
Neyse, konumuz o değil. Saadet Partisi artık herhangi bir şekilde “konu” da değil aslına bakarsanız.
Gelinen noktada, kuruluşunun 11. yılında HÜDA-PAR, Batman’da, Diyarbakır’da, Van’da ve daha pek çok yerde elde Türk bayrağı ile yaptı mitinglerini ve toplantılarını. Bu öyle güzel, öyle kritik bir eşikti ki aklı başında her insanın sevinmesi gerekir bu manzaraya. Çünkü Kürtleri her türlü emperyalistin mayın eşeği yapmaya çabalayan PKK-HDP çizgisinin tam karşısında Türk bayrağı ile, bu toprakların insanlarıyla hiçbir derdi olmayan bir topluluğun varlığı ancak “sevindirici” olarak nitelendirilebilir. Dahası, Yeşil Sol’un açık ajandasında yer alan “LGBT ve yalandan kadın özgürleşmesi” propagandası ile de en iyi şekilde HÜDA-PAR mücadele eder. Bu anlamda yolunu Türkiye’den ve “şiddetsizlikten” yana netleştirmiş bir siyasal partidir artık HÜDA-PAR.
Hatırlatayım: HÜDA-PAR mitinglerinde Türk bayrakları açılırken o esnada HDP, mitinglerinde tek tük açılan Türk bayraklarını indirtmekle ve Türkiye’yi çeşitli-türlü yollarla tehdit etmekle meşguldü.
Memleketimiz cidden garip bir memleket. Millet İttifakı bileşenleri tam 20 yıldır şiddeti bir yöntem olarak benimsemeyen Hizbullah’ı “biz asla Hizbullah’ın devamı, takipçisi, yoldaşı değiliz” açıklaması yapmaktan yorgun düşen HÜDA-PAR ile eşitliyorlar da, daha dün askerimizi şehit eden PKK’ya açıktan destek veren Yeşil Sol Parti’yi bir türlü PKK ile eşitlemeye yanaşmıyorlar.
İzninizle 30 yıl önce yaşanmış ve kimin yaptığı belli bile olmayan Hizbullah şiddeti karşısında dehşete kapılan, ama iş daha dün asker şehit eden kansız PKK’nın şiddetine gelince özenle “pas” geçen Millet İttifakı seçmenine de şunu söyleyeceğim: “Bu kadar güdülmeye koyunlar bile dayanamaz be kardeşim.”