TDK’ya sorduğunuzda size “ahlâk”ın karşılığını şöyle veriyor: “Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları.”
Son derece eksik de olsa, bu tanım bu yazıda bana bir hareket alanı sağlayacak. “Eksik” dedim çünkü ahlâkın şartının toplumsallık olmadığı ortadadır. “Hareket alanı sağlayacak” dedim çünkü bugünkü sosyal çürüme yazımın meselesi temelde toplumsal ahlâk.
Yeni Türkiye’de karşımıza çıkan üç tür belirgin “toplumsal ahlâk yönelimi”nden söz edebiliriz. İlki dindar ahlâk, daha doğrusu din temelli ahlâk. İkincisi seküler ahlâk, daha doğrusu son dört asırda ortaya konulan Batı ahlâkı. Üçüncüsü ise bu iki türün etkileşimi ile elde edilen “geçişken ahlâk.”
Dindar ahlâktan başlayayım. Dinin, toplumsal olarak iki temel hedefi vardır: Ahlâk ve adalet. Ömer Türker hocadan ödünç alarak söyleyeyim. “İbadetlerin ortaya çıkarmasını beklediğimiz yegâne sonuç ahlâktır.”
Bugün Türkiye’de rahatlıkla bu sonucun ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz bir zemin yok elimizde. Türkiye dindarlığının uzun süredir bir çeşit “din işleri ayrı, dünya işleri ayrı” laikliği ürettiğini görmemek için kör olmak gerekiyor. Ve evet, dindarlığı hayatının tam merkezine yerleştirmiş insanlar için de bu böyle. Çünkü temel yanlışlık “dini değil dindarlığı” merkez almakta. Bugün Türkiye’de sıkışıp kalan din dili ve artık hepimize baygınlık geçirtmek üzere olan “ehlisünnetin kaleleri-Kur’an Müslümanları” tartışmalarının da temel sebebi bu.
“Türkiye’de dindarlık ortaya bir çıktı olarak ahlâk koyamıyor da seküler ahlâk çok mu iyi?” diye sorarsanız orada da cevabım çok net: Al birini vur ötekine.
Seküler ahlâkı bir türlü “sistematik bir ahlâk” haline getiremeyen ana etken sayısal alanda kalması gereken meşhur görecelilik kuramının toplumsal alana yerleştirilmesi. İnsan adedince ahlâk anlayışının olması, seküler ahlâkı bir toplumsal ahlâk haline dönüştüremiyor. Üstelik seküler ahlâk çok belirsiz, hatta aşırı tanımsız bir kavramı “vicdan”ı imdada çağırdığı için bir türlü “normatif” hale gelemiyor. Toplumsallığın içinde var olurken değişmek için uzun sürelere ihtiyaç duyan ahlâk, görecelilik ve vicdan yanılsamayla birlikte “günlük değişim”e gebe hale geliyor. Bu da Türkiye’de seküler ahlâkın ne vaz’ ettiğinin anlaşılmamasına, ahlâk konusunda devasa bir kakofoniye yol açıyor. Çünkü ahlâkın temel ilkesi “olaylara göre değil, ilkelere göre davranmak”tır malum.
Hadi sıcak bir politik örnek vereyim: Bahadır Yenişehirlioğlu’nun Rolex’ini bir “ahlâkî problem” olarak tanımlamak aynı zamanda İmamoğlu’nun IWC’sini de bir “ahlâkî problem” olarak tanımlamayı gerektirir. Ancak Türkiye’de seküler ahlâk tıpkı Metin Akpınar ve Uğur Dündar olaylarında olduğu gibi “kendi mahallesini korumak için ahlâkı askıya almak” gibi bir hastalıkla maluldür. Merak buyurmayınız. Aynı hastalıktan dindarlar da mustariptir.
Hadi şu yanlış anlaşılmayı önleyeyim bir an önce: Çok ahlâklı dindarların ya da çok ahlâklı sekülerlerin olması bu konuştuğumuz mesele açısından önemi haiz bir veri teşkil etmez zira toplumsal vasatı konuşuyoruz.
Gelelim üçüncü türe yani “geçişken ahlâk”a. İki ahlâk anlayışının da iyi taraflarını alarak oluşsaydı bu geçişken ahlâk, “Türkiye için bir şans var” derdim. Ancak talihimize bakınız ki iki tarafın da en alınmayacak yanlarını tevarüs ettiği için rahatlıkla diyebilirim ki “geçişken ahlâk” hem dindar ahlâktan hem de seküler ahlâktan daha sorunlu bir alan olarak sürdürüyor varlığını.
“İlkesel” olarak ele aldığım hikâyeyi biraz pratikleştireyim. Türkiye’deki toplumsal ahlâk vasatı epeyce düşük. Hatta epeyceden epey düşük. Bireysel çıkarların, faydacılığın, “bana dokunmayan yılan bir yaşaşın”cılığın, “onu da başkası yapsın”cılığın, nepotizmin, kayırmacılığın, adam harcamanın zirve yaptığı bir zaman diliminin içinde yaşıyoruz hepimiz. Hepimiz aynı zamanda hem vampiriz ve kan emiyoruz hem de başka vampirler tarafından kanımızın emilmesine isyan ediyoruz.
Bu vasatın ortasında istisnasız bütün toplumsal kesimler inanılmaz bir “ahlâkî pozculuk”a girişmiş durumdalar aynı zamanda. Başkasına ahlâk satmayı ahlâklı olmaktan daha pratik bulmaları bir yana, kendi ait olduğu kampın tüm diğer kamplardan da ahlâken üstün olduğunu varsayıyorlar. Oysa bu, bilhassa politikanın ve sosyal medyanın ürettiği “yankı odaları”nda yaşamanın berbat bir sonucu.
Eskiden İslâmcı takılan, hatta bir İslâmî STK’da çalışan ve “tacizcilik” ile suçlandığı için mahalle değiştirip “solcumsu” olan bir herif düştü şimdi aklıma. Sabah akşam “ahlâk pazarlıyor” yeni mahallesinde. O yankı odasında bir böcek olarak yaşamaktan başka bir merakı da yok. Kimi kastettiğimi boş verin, ne demeye çalıştığım anlaşılıyor mu?
Peki, ne yapılabilir? Her toplumsal kesimin eşit derecede “ahlâklı ve ahlâksız” olduğu ön kabulüyle yol alınabilir ve Türkiye için bir şans doğabilir. Ancak bu ön kabulün Türkiye’deki tüm politik mekanizmalar tarafından şiddetli bir tepkiyle karşılanacağı da aşikârdır. Zor bir iş yani bu. Çünkü herkes birbirine “Önce sen ahlâklı ol” diyor memlekette. Bu fasit dairenin içinden çok zor çıkılır.
Hadi kendi ahlâk tanımımı da yapayım da öyle bitireyim: Fıtraten doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyetiyle yaratılan insanın kendine karşı borcudur ahlâk.