Bir ayağı diğerinden kısa olduğu için dengesiz, kollarımızı yaslamaktan imtina ettiğimiz masanın yanına öylesine konulmuş; masadan pahalı olduğuna görür görmez kanaat getirdiğiniz ceviz oyma sandalyede, gözlerindeki yaşlara engel olmaya çabalamadan o gerçeği ilk kez kendisi fark etmiş gibi fısıldadı: “İnsanın değişebileceğine dair safça bir inanç geliştirmişim ben.”
Nuh nebiden kalma bu yorgun kahvede, tatilcilerin gereksiz mutlulukları arasına sıkıştırdığımız bu hakiki anın tadını çıkartmak ayıp bir şeymiş gibi gelmediğinden bana, yaşlı garsonun “pek güzeldir bizim sakızlımız” diyerek bıraktığı kahveden bir yudum höpürdettim. Dudaklarımla fincanın birleşmesinden kaynaklanan o ses çıkınca, evet, biraz ayıp bir şey yaptığımı düşündüm ama çabuk geçti o his. Çünkü karşımda gözlerinin yaşlarını akıtmaktan çekinmeyen, kısa zamanda kardeşim kadar çok sevmeyi başardığım biri “insanın değişebileceğine dair bir inanç geliştirmişim ben” diyordu ve benim, yani hayatın anlamını çoktan çözmüş de biriktirdiği tecrübelerle herkesin derdine çabucak derman bulabilen İhsan Hoca’nın bir şey demesi gerekiyordu.
Böyle anlarda vakit kazanmak çok önemlidir benim için. Söyleyebileceğim en doğru cümleyi en doğru anlamı içerecek şekilde kurmaya da, cümlenin hemen ardından “yani aslında şunu söylemek istiyorum” gibi başlayan yarım açıklamalar yapmamaya da özen gösteririm oldum olası. Tadı pek bir şeye benzemeyen sakızlı kahveden höpürtü dolu bir yudum almamın nedeni de buydu aslına bakarsanız. O vakti kazanmaya çabalıyordum.
“İnsan” diyerek başladım söze. “İnsan, sevgili kardeşim, değişir. İnsanın değişmeyeceğine dair bir inanç geliştirmiş olmanın nedeni onu değil, onun içinde bulunduğu durumu suçlamaya çalışman. Anlayarak aklamaya çabalıyor zihnin. Onu ve onun geçmişte yaşadıklarını hesaba katarak bugüne dair bir sağlama yapmaya çalışıyorsun. Onun yaşadıkları yüzünden değişemeyeceğine kanaat getirerek onu değil, değişemiyor oluşunu suçluyor, böylelikle çemberi kapatıyorsun. Bu da seni içinden çıkamayacağın bir dilemmanın kucağına bırakıyor. Nedir peki o dilemma? Değişseydi olurdu ama değişemiyor.”
“Peki, yanlış mı düşünüyorum sence abi?” diye sordu. Gözyaşları yavaşlamış, anlattığım meseleye ilgi duymak onu biraz olsun rahatlatmıştı.
“Ben olsam bu meseleyi doğruluk ya da yanlışlık düzleminde ele almazdım” diye girdim bu kez de söze. “Bir matematik kesinlik ararız bazen duygularımızda. O kesinlik duygusu rahatlatır bizi. Oysa aklın da kalbi vardır ve kesinliği değil, mutmain olmayı sever o. Kesinlik ile mutmain olmak birbirinden çok farklı şeylerdir. Birine deneyle diğerine kalbinle ulaştığın iki ayrı şey. Dolayısıyla yanlış ya da doğru diyemem. Sadece sana bazı sorular sorabilirim.”
Sanki yeteri kadar dikkatli dinlediğini hissettirmezse o soruları sormayacakmışım gibi geldi ona. Sandalyesinde doğruldu. Eline bir kâğıtla kalem versek soruları dikkatle yazacak ve cevaplara da kafa patlatacak bir öğrenci haline geldi. Şimdiye kadar beni tanımışsınızdır. Bu eşsiz küçük anın tadını çıkartırdım normalde. Sessizliği uzatır, muhatabımın kıvranmasını sağlardım biraz ama dem o dem değildi.
“Sen” dedim, “o güzel kalbini eşsiz bir çeyiz gibi ortaya sererek ona huzur bulabileceği, yaralarını sarabileceği, iyileşebileceği bir orman vadettin değil mi? Dahası vadetmekle kalmadın; eline iğne, iplik, sargı bezi, tentürdiyot ve benzeri malzemeleri alarak giriştin tedavi etmeye. Fakat o karşılığında sana ancak ‘insanın değişemeyen bir varlık’ olduğunu hissettirmekle yetindi. Şimdi dilersen kendini suçlayıp onu aklamaya çalışarak geçir hayatını; dilersen aç gözünü de iyice gör. İnsan, kendisine değer verilen bir yere gelip kendisine değer veren insana bizatihi onun değersiz olduğunu hissettirirse ne denir ona? Sana söyleyeyim ne denileceğini. Ancak nankör denir.”
Tadı pek bir şeye benzemeyen sakızlı kahveden bir yudum daha aldım. Ceviz oyma sandalyenin detaylarına takıldı gözüm bir süre. Bütünüyle elde yapıldığından kusurlu bir güzelliği vardı ve onu kusursuz hale getiren şey de tam olarak bu kusurluluğuydu.
“Sanırım ben verdiğim emeğe çok üzülüyorum” dedi. “Üzülmelisin” dedim, “ama bunu mesele etmemelisin. Kalbin güzel diye kimseden özür dilemeye kalkmamalısın. Bahaneler aramamalısın. Sadece üzgünlüğünün tadını ağır ağır çıkarmalı ve şöyle demelisin: İnsan, seni anladığım gün anlayabileceğim tek şey senin anlaşılmaz bir varlık olduğunu anlamaktır. Hadi, sil gözyaşlarını da yetişelim vapura. Bu son sefer çünkü.”