“Gözlerinde saklamaya çalıştığı neyse insanın, belki de asıl meselesi sadece odur” dedim mi yoksa bu cümleyi kurmayı aklımdan mı geçirdim, hatırlamıyorum doğrusu. Cümlenin bana ait olup olmadığını bile hatırlamıyorum. Hatırlamadığım bir başka şey de aydınlıktan karanlığa doğru mu yoksa karanlıktan aydınlığa doğru mu yürüdüğümüz. Sanki dünya bu şaşkınlıktan ibaret değilmiş gibi.
Yürüdük mü? İşte orası da muamma. Bir dağın eteğinde oturduk gibi geliyor şimdi düşününce.
En iyisi her şeyi baştan anlatarak size hiçbir şey anlatmamayı başarmak.
Artık olmayan bir baba vardı. Orası kesin. Söz verdiği halde vakitsizce çekip giden, doktorların kalp krizi, işi bilenlerin “yaşamak ağrısı” dediği bir sebeple ölen bir baba. Onun, bir taşın yüzeyine biçimsizce vurulan balyozların açtığı boşluklara benzer olarak açıp gittiği boşluk mıh gibi kalmıştı geride. Orası da kesin.
Yalnızlıktan, çaresizlikten ve dünyaya küsmekten yapılmış bir anne vardı sonra. Hangi yolda yürümemesi gerektiğini kesin olarak bildiği halde hep o yoldan yürüyen ve böylece ölebileceğini ve ölünce her şeyi ardında bırakabileceğini düşünerek tükenen bir kadıncık.
“Güzellik fukaranın lanetidir” derdi hiç okumadığı için her şeyi okuyabildiğinden emin olduğum bir adam. “Fukara dediğin aynı zamanda çirkin olmalı ki her şey olması gerektiği gibi olsun” diye de eklerdi. Kızardım ona böyle dediği için. Uzun süredir kızmıyorum. Hakikat, kendisine kızıldığında ortadan kalkmıyor çünkü.
Ne anlatıyordum ben? Ah, evet. Karanlıktan aydınlığa mı aydınlıktan karanlığa mı yürüdüğümüzü.
“Başkanın kalmadığı, herkesin aynılaştığı bir dünyada aşktan söz etmek düpedüz imkansızdır” diyor o Koreli çok bilmiş. “Senin de her şeye bir lafın var la” diyesim geliyor kitaplarını okurken. Ama o başka bir hikayeye kalacak mecburen.
Her şeyin raflandığı, istiflendiği ve belirlendiği şu dünyada o hikayeden “kabul edilebilir bir son” beklemek en mantıklısı aslında. “Çaresizliğin çaresizliğe eklendiği o sonsuz çölde gördüğü her serabı vaha zannederek tükenip gitmişti” yazsak hikayenin sonunu, kim ne der bize? Aramızdaki en kabiliyetsizi olduğu için “üstat” dediğimiz o yapayaşlı adam “hmm, güzel, bu güzel” der mesela. Daha kabiliyetli olanlarımız “alternatif bir finale de yönebilirdin ama bu da iyi olmuş böyle” diyebilirler ve kesinlikle haklı olurlar.
Benimkisi, akıp giden ırmağın yönünü çevirme çabası değil. Ne Don Kişot’um ne de olmadık deneyler yapmaya alışkın bir mühendis. Benimkisi sadece o akıp giden ırmakta gördüğüm tek-ü tenha bir dal parçasını oradan, suyun içinden çekip alma gayreti.
Bunun mümkün olup olmadığına ben değil, ırmak ve dal karar verecek üstelik. Bunun da farkındayım.
Sana henüz bir şey anlatmadığımın farkındayım. Ama zaten bunu söylemiştim değil mi. Her şeyi anlatarak hiçbir şey anlatmamayı başarmaya çalışıyorum işte. Üzerime gelme sevgili okur. Bugün de böylece kabul et beni.
Ama şu kadarını söyleyeyim yine de. “Saf iyilik yoktur” diyenlere karşı bir sandal hazırlamaya çalıştığım da doğrudur yani. Üstelik bunu niçin yaptığımın hikayesi de çok uzun. Sokakta kitap satan o kaybolmuş çocuğun koluna girenlere borçlanmışımdır belki de, o borcu ödemenin derdine düşmüşümdür. Yaşlanıyorumdur ve çok sıkılmışımdır belki de o büyük büyük her şeylerden. Küçük, küçücük bir aralık bulmuşumdur ve oradan denizi seyretmenin eşsiz büyüsüne kapılmışımdır. Üstelik ben denizi seyretmeyi hiç sevmem.
Dün izlediğim bir videoda şöyle diyordu Şule Gürbüz: “Sonra üzerime bir tat geldi. Halimi kabul geldi. Yani hafriyatla fazla ilgilenmez oldum. Çok da umursamaz oldum. Bu hayatı beğenir oldum. Bu hayatın bizzat kendisi bana olabilecek hayatların en manalısı geldi. Ve aslında kendim dururken önümden bütün bu zamanların, vapurların, trenlerin, otomobillerin, acele edenlerin, koşanların, geçenlerin, gidenlerin geçtiğini görmek aslında durmakla pek çok şeyin seyrine varılabileceğini hem kendi seyrimde hem kainatın seyrinde hissettirdi ve bu hissi beğendim.”
Anlatmadım tabii ki. Ama eminim ki anladın sen. “İşte tam da o yüzden” diyeyim o zaman. Böylece anlaşalım.