Yerimi yadırgarım ben. Yurdumu değil ama yerimi yadırgarım. İnsanım çünkü günün sonunda. “Deplasman dediğin de canım, bu dünyaya denir” diyor ya şarkıda, ondan ve öylece.
Böyle biri değildim aslında. Daha doğrusu, böyle biri olmamayı seçebileceğim bazı fırsatlar geldi önüme.
Reddettim hepsini.
Bütün soruları sormuş ve bütün cevapları bulmuş insanların o yerleşik aptallıklarına özenmedim mi sanıyorsunuz? Her şeyden anlayan, her şeyi bilen, tüm cevap anahtarlarını doldurmuş ve sanki dünyadaki hiçbir şey istiflerini bozmaya yetmeyecekmiş gibi olanlara özendim.
Acemilikten tiksinenlere, parasının hesabını bilenlere, bütün kestirmeleri ezberleyenlere özenmedim mi sanıyorsunuz? Öyle mutlu, kravatlı ve boşluksuz yaşayıp ölmelerine bile özendim. Yaşarken mezar yerlerini satın almalarına ve geride kefen parası bırakmalarına da.
Yapamadım ben. Yadırgadım yerimi. Büyük bir güvensizlik biriktirdim tüm cevaplara. Kulak kabarttım tüm sorulara.
“Yazar olmak size ne kattı?” diye sordu on beş yaşında bir velet bana. Şöyle ayakta, öne doğru bir iki adım atarak yaklaştı ve aldı mikrofonu arkadaşından. Sonra kolaylıkla soruverdi: “Yazar olmak size ne kattı?”
“Kendimi ve insanı anlamaya çalışmayı kattı” dedim, “tabii bu bir katkı sayılırsa. Bana daha çok dert olarak geldi çünkü.”
Dahiler okuluna gitmiştim bir başka seferinde. Bu sefer velet on bir, bilemedin on iki yaşındaydı ve şöyle sordu: “Peki canınız sıkılmıyor mu insanları anlamaya çalıştıkça?”
Yerimi yadırgadım ben. Bulunduğum yerde niçin bulunduğumu hep sordum kendime. Yine de kalkıp gitmedim. Kalıp “pas” demeyi seçtim genellikle ama “pes” de demedim hiç.
Bahar yağmurunun birdenbire bastırmasını ve bir süre sonra güneşin yağmuru yenmesini sevdim. Yaşını doldurmamış bebeklerin sarkaç yaptığım parmağımı gözleriyle takip etmelerini sevdim. Uzun ve yorucu yolculukları sevdim. Kimsenin bilmediği şarkıların peşine düştüm ve sevdim onların bazılarını da. Bazı kelimeleri sevdim. Diğer bazı başka kelimeleri de.
Yetmedi bunlar. Geçmedi yerimi yadırgamam.
Ahşap arabasıyla bir eskici geçti önümden birkaç gün önce. O meşhur dize yazıyordu arabasının önünde: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.”
Ben kuşu hatırlamayı seçtim belki de hep. Küçücük bir yorgunluktu hani ölmeden önce. Ağustos böceğinin bir meşale olduğunu bir şairden öğrendim. Ve bir başkasından niçin ağustos böceğini tutmam gerektiğini.
Yerimi yadırgadım ben. Esnafların, memurların, uyanıkların, safların, devletten maaş alan sistem karşıtlarının, her şeyi çok bilen entellerin, yalandan yorgunların, sahte yalnızların arasında kalakaldım da ondan mı? Değil.
Yerimi yadırgadım ben. “Sevdiğinin eşyalarını bir siyah poşette veriyorlar abi insana. Bizi çok üzdüler” diyen o kız kadar yadırgadım yerimi.
Biri vardı. Ne zaman bir şeye başlasa, mesela kahve içmeye, dünyanın en bilgili kahve uzmanına dönüşürdü. Onun o gerzek konforundan bile istedim yerimi yadırgamamak için, yalan yok.
Yerimi yadırgadım ben. “Kalk yerine yat” dediler bana hep. Bir uyurgezerdim. Yerimi bulamadım. Hiç. Boşlukta, boşluklu biri oldum. Kendimi inkara yeltenmedim. Yaşadıklarımı inkar edemedim. Hiç.
Şimdi ne kırılacak odunda gözüm var, ne taşınacak suda. Sessiz, deniz görmeyen, gölgesiz bir yamaçta kendime doğru kıvrılıp ayaklarımı karnıma doğru çekerek biraz kestirmek istiyorum.
Hepsi bu mu? Hepsi bu.