Yenilenme kararından sonra “İstanbul seçimi bitse de rahatlasak” cümlesi gelip yerleşmişti zihnime. İki sebebim vardı bu cümleyi kurmak için. Birinci sebebim her seçim dönemi “hele bir seçim geçsin de” kalıbıyla karşılaşıyor olmanın yorgunluğu idi. “Şu seçim geçsin de” kalıbı, neredeyse hayatı durdurma kabiliyeti olan bir kalıptır bizim ülkemizde. İkinci sebebim de birincisine bağlı aslında. İstanbul gibi devasa bir metropolün seçimlerinin yenilenmesinin maddi, manevi, psikolojik, ekonomik, sosyolojik çıktıları olacaktı ve ağır çıktılardı bunlar.
Dün gece Binali Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu’nun katıldığı yayın bittiğinde kurduğum cümle ise şu oldu: “Bu seçimi Binali Yıldırım kazanmalı.”
Bir kere şunu söyleyeyim de içimde kalmasın. Bilenleriniz vardır. Elimden gelen çok sayıda işimden biri de yönetmenliktir. Belgeseller, kısa filmler, reklamlar, televizyon filmleri çekmişliğim vardır. Eh, “çok iyi bir yönetmendim” diyemem. Yüzümün yumuşaklığı, sette “kibirli bir diktatör” gibi davranmayı bir türlü başaramamam, ayrıntılara hastalık derecesinde takık olmamam, insan yönetmedeki zaaflarım gibi gerekçelerle diyebilirim ki “iyi yönetmen” değildim. Fakat şu: İmamoğlu, herhangi bir deneme çekiminde kameramın karşısına geçse “bu ne yapay gülümseme yahu, oyunculuğu kahvede mi öğrenmiş?” diyerek reddederdim onu.
Yapay, son derece yapay bir görüntünün insanı İmamoğlu… Üzerine bir de benim “teflon kişilik” dediğim bir görüntü arz ediyor. Hiçbir durum, hiçbir gerçeklik ya da hiçbir sanallık “yapışıp kalmıyor” adamın üzerine. “Ekranın önündeki İmamoğlu ile arkasındaki İmamoğlu arasında tonlarca fark vardır” cümlesinden kurtulamıyor insan bir türlü. Bu yanıyla İmamoğlu’nu bir politikacıdan çok bir “modern kült liderine” benzetiyorum.
Fakat bunların hiçbirinin “hakiki” bir önemi yok benim açımdan. Benim için önemli olan şu: “Valiye it demedim” derken yalan söylüyor. “FETÖ ile hiçbir tanışıklığım yoktur” derken yalan söylüyor, “vakıflarla ne işim olur?” derken yalan söylüyor. “Verileri yedeklemek istedik” derken yalan söylüyor. Hiç durmadan ve bunu son derece normal, sıradan bir şey olarak yaptığını belli ederek yalan söylüyor. Yorucu, bunaltıcı ve sistemli bir yalancılıkla karşı karşıyayız.
Başka yerden yürüyelim.
O yayından geriye birkaç önemli mesele kaldı benim açımdan. İlki ve en önemlisi, Yıldırım’ın “biz aslında seçimin tekrarlanmasını istemiyorduk ama CHP’nin tüm oyların sayımına yaptığı itiraz bizi buna mecbur etti” demesi. Eminim benim gibi milyonlarca İstanbullu “yeniden sandıkta ne işimiz var?” sorusunun cevabını böylelikle almış oldu. Tabii diğer taraftan Yıldırım’ın “seçim nasıl bir hukuki süreç ise, seçim sonuçlarına itiraz da hukuki bir süreçtir” vurgusu da çok önemliydi.
İmamoğlu, “verileri yedekliyorduk” diyerek zekâmıza hakaret bir kez daha hakaret etmeyi denedi. Kendi imzasıyla verdiği “kopyalama” talimatı bir tarafa, bu kopyalama işini “dışarıdan insanlara yaptırma” niyeti bir tarafa, belediyenin tüm verilerinin zaten yedekli olduğu bilgisini bizden saklaması bir tarafa, “yedekleme ile kopyalama” arasındaki farkı bilmiyormuş numarası çekmeye çabalaması bir tarafa, mahkemenin verdiği kararı “hukuksuz” olarak tanımlaması bir tarafa… Baştan sona büyük bir “skandal” olan bu girişimini örtmeye çalışması acıklıydı. O mızrak o çuvala sığmadı.
Peki ama niçin bu seçimi Binali Yıldırım kazanmalı? Çünkü “ikinci seçim kampanyası döneminde” daha da açıkça gördük ki İstanbul için “proje hayata geçirme kabiliyeti” olan isim Yıldırım’dır. Beylikdüzü’nde söz verdiği “her mahalleye bir kreş” sözünü bile tutamayan İmamoğlu’nun bu şehri yönetme, yönetebilme kabiliyeti yoktur. Öğrencilere vermeyi taahhüt ettiği bursların AYM tarafından CHP başvurusuyla iptal edildiğini ve belediyelerin öğrencilere burs veremediğini bilmeyen adamın İstanbul’u yönetme kabiliyeti yoktur. Sahibi olduğu inşaat firmasının yaptığı binalara bakıp “elinden gelse gökdelen dikecekmiş” dediğimiz halde dikey mimariye acayip karşıymış gibi davranan bu samimiyetsizliğin İstanbul’a katacağı herhangi bir değer yoktur.
“Ben sevgi insanı olayım, kucaklamaktan falan bahsedeyim, nasılsa Erdoğan karşıtlarını konsolide ederek bu seçimi kazanırım” dediği için proje anlatırken “konusuna hakimiyet kuramayan” bir İmamoğlu vardı yayında. Hele kent yoksulluğu ile mücadele konusunda öyle berbat ve acıklı bir dil tutturdu ki oturup ağlasak yeridir. Yoksullukla mücadelenin tek yönteminin “yoksula bir şeyler vermek” olduğunu düşünen o eskimiş, bayatlamış sağcı söylemin kötü bir inananı imiş meğer İmamoğlu.
Bir not: İstanbul’da yaşayan mülteciler konusunda iki adayın da tutturduğu dil bence sorunluydu. Yıldırım’ın “sorun çıkaranı göndeririz” yaklaşımı da sorunluydu, İmamoğlu’nun “aslında bu konuda hiçbir fikrim yok” yaklaşımı da sorunluydu.
Bir not daha: Hem moderatör İsmail Küçükkaya, hem İmamoğlu, hem de Yıldırım ısrarla “Kürt kökenli” diye bir kalıp kullandılar yayında. Belki de benden bahsediyorlardı. Malum ben 150 yıl önce Ankara’ya göç etmiş, Kürtçe bilmeyen bir Kürdüm baba tarafından. Fakat benden değil de “Kürtçe konuşan, Kürtçe rüya gören” o etnik kökenden, o milletten söz ediyorlarsa şu “Kürt kökenli” kalıbını bir yana bırakmak şart. Kürt Kürt’tür, Laz Laz’dır, Türk de Türk’tür çünkü.
Ve son söz: Gördüğüm şudur. İstanbul’un sulh ve selameti için, bu devasa metropolün sorunlarının çözümü için yapılması gereken “leş bir yeni nesil popülizme” değil “şehir için uygulanabilir projeleri olan” adaya destek vermektir. Bu tarihi bir sorumluluktur.