Halil Cibran okudunuz mu hiç? Farkında olmadığımız bilgisizliğimizi anlaşılmış bilgisizliğe dönüştüren harika bir uslubu vardır. En ünlü kitaplarından biri Gezgin’dir. Gezgin’i okumak yetmez üzerinde biraz da düşünmek gerekir. Basit ama bir o kadar zor birkaç hikâyeden oluşan kitap gerçekten hafızalara kazınır cinsten.
Halil Cibran’ın bütün kitaplarını yaklaşık iki yıl önce bitirdim. Geçenlerde yaptığımız bir kitap sohbeti sırasında aklıma Gezgin kitabındaki Elbiseler hikayesi geldi, paylaşayım istedim. Günümüz edebiyatının Gezgin gibi, Sırça Köşk gibi, Kaşağı gibi hikayelere ihtiyacı var. Özümüzü görmeye ihtiyacımız var. İdrak etmeye ihtiyacımız var.
Herkes haybeden bir şeyler söylüyor. Ya önüne gelen her tepsiden bir bardak su içiyor ya da bütün sulara kimyasal atık muamelesi yapıyor. Ya her şeyi olduğu gibi kabul ediyor ya da her şeyi eleştire eleştire kendini alim zannediyor. Ne yapayım, katranı eritince şeker olmuyor ya da taşa tohum ekilmiyor. En iyisi ben aklıma gelen o hikâyeyi paylaşayım.
“Güzellik ile çirkinlik bir gün denizde karşılaştılar. Madem karşılaştık hadi denize girip yıkanalım dediler birbirlerine. Soyundular ve denize girip yüzdüler. Sonra çirkinlik, sudan çıkarak güzelliğin elbiselerini giyidi ve gitti. Daha sonra güzellik çıktı sudan, fakat elbiselerini bulamadı. Kendini çıplak hissedip utandı ve mecburen çirkinliğin ortada kalan elbiselerini giyidi ve yoluna devam etti.
O gün bu gündür insanlar güzellikle çirkinliği birbirine karıştırdılar. Ama yine de güzelliğin yüzünü önceden görmüş olanlar, elbiselerine rağmen, onu tanırlar. Ve yine çirkinliğin yüzünü önceden görenler, elbisesi onu saklamaya çalışsa da, onu tanırlar.”