Çevremizin ve sistemin, kim tarafından ellerine verildiği belli olmayan ve denetimi kesin kez yasaklanan yasal silahlarını kafamıza doğrultarak bizi konsomatrislik yapmaya zorlaması tamamen kurumsallaştırmak için galiba. Doğduğumuzdan beri dogmatik yollarla bilinçaltımıza yerleştirilen ahlaki paradigmalar ve büyüdüğümüzde beynimize zerk edilen distopyalar dolayısıyla medeni köleler haline geldik.
Evet, sadece iki ayrı cümle kurdum ama anlaşılacağı gibi kafam oldukça karışık. Kendimi kalemini eline almış Oğuz Atay gibi hissediyorum. Garip Yaratıklar Ansiklopedisi başlığı altında Tutunamayanlar’ı bir hayvan betimlemesi içinde insanlara anlatmak. Dünya üzerinde varlığı bilinen fakat herkesin diline manasız bir biçimde pelesenk olmuş birkaç kavramı kreatif bir bilinçle okşamak.
Uzun zamandır yazı yazmıyorum. Bu, benim de Oğuz Atay’ın hayvan olarak betimlediği “Tutunamayanlar” arasına kısa bir süre için katılmış olmamla alakalı. Kendimden biliyorum; kesin ve keskin cümlelerle konuşup narsis duygularımı kabarttıktan sonra tepe üstü yere çakılmayı. Tam olarak ifade ettiğimden emin değilim ama tepe üstü çakılmayanı uzun zaman olmuştu. Gerçi Tutunamayan olmak bundan sonraki süreçle alakalı…
İnsanın kişiliği yedi- sekiz yaşına kadar şekillenir derler. Gelişim dizgisi hakkında çok fazla bir şey bilmiyorum, belki de doğrudur. Fakat şundan eminim insan olgunlaştıkça kişiliğindeki kara lekeleri, eğrilikleri, pislikleri izole edecek, saklayacak yolları illaki buluyor. Kimi bunu sahip olduğu makam dolayısıyla yapıyor, kimi aile içindeki sarsılmaz üyeliğini kullanarak, kimi sahip olduğu unvanın arkasına sığınarak vs.
Diyelim ki adam- niye adam bilmiyorum, belki de kadındır- ünlü bir bankanın müdürü ama o bankada açılan her hesaptan kuruş kuruş cebine atıyor. Siz fark etmiyorsunuz ya da rakam çok az olduğu için umursamıyorsunuz. Adam günde yüz hesaptan kuruş kuruş alınca işini yürütmüş oluyor. Mesela şöyle de olabilir adam koskoca bir ülkenin kralı, cumhurbaşkanı ya da önemli bir makamından sorumlu kişisi. İstediği yerlere küçük küçük ricalarda bulunup beni kırmayacağınızı umuyorum diye telefon açıyor. Esnaf başka bir şey yapıyor, üniversite hocası başka bir şey. Neticede biraz argo olacak ama herkes kendi borusu öttürmek için kendi altyapısını hazırlıyor.
Geçenlerde okuduğum Necip Fazıl’ın bir kitabından aklımda kalan küçük bir pasaj paylaşmak istiyorum. Büyük İskender’in ülkede yeni yeni palazlanmaya başladığı yıllarda fukaranın biri ondan yardım istemeye karar verir. Kralın huzuruna çıkıp hafifçe başını yere eğer ve avucunu İskender’e doğru uzatır. Hasta karısından ve evdeki aç çocuklarından bahsettikten sonra bana az bir şey verir misiniz diye istekte bulunur. İşin acı yanı fukaranın korkusundan istediği “şeyi” bile tanımlayamamasıdır. Her neyse Büyük İskender; adama bakar, adamın açık avucuna bakar bir de kendine bakar ve der ki; bana az bir şey vermek yakışmaz. Tabi bunu duyan fakir adam sevinir. Avucunu iyice açarak siz nasıl der, nasıl emir buyurursanız diye karşılık verir. Büyük İskender adama iyice yaklaşıp çevresinde birkaç tur attıktan sonra şöyle cevap verir; bana az bir şey vermek yakışmaz bu doğru ama sana da çok bir şey almak yakışmaz.
Yani açıkça haddini bildiriyor diyelim. Tabi o fukaranın karşılaştığı durumda olanların olayın şokunu atlattıktan sonra yapacağı birkaç eylem seçeneği var.
İlki intikam. Yıllarca Yahudilerden hak etmediği kötülükler gördüğünü düşündüğü Hitler; führer und reichskanzler unvanını aldıktan sonra intikamını ve hıncını bütün Yahudilere mal etmiştir. İkinci eylem intihar ya da içe kapanma. Başta Kör Baykuş’un yazarı olan ve İran edebiyatının Kafka’sı olarak bilinen Sadık Hidayet, hayatı boyunca başına gelen haksızlıkların ve talihsizliklerin neticesinde umutsuz ve melankolik metinlerinin derdine çare olmadığını görüp intihar etmiştir. Ya da Tezer Özlü gibi içine atıp atıp kanser olmuştur mesela. Üçüncü eylem boş verme. Aslında bu maddeye ne tür örnek verebilirim bilmiyorum. Çünkü kişinin yapacağı eylemler arasından bunu tercih edenler sadece gelip geçerler. Öldükten sonra dünyada var olup olmadıkları nüfus kayıtlarına bakılarak bile anlaşılmayabilir.
İyi ama sorun ne? Hayatımız boyunca böyle olaylarla illaki karşılaşacağız. Herkesin kendi ütopyasını yaratıp ona göre bir hayat tayini yapacak gücü olmadığına göre. Aslında ben de aynı yerde takıldım. Gerçekten her ne yaparsak yapalım bunu engelleyecek herhangi bir şey söz konusu değil. Belki bu tür olayları ve kişileri yaşantımıza almamak için ayrı bir direnç gösterirsek dozunu azaltabiliriz ama hayatın içine birebir katılmak zorundaysak böyle bir şey mümkün mü bilmiyorum. Ben ce değil.
Tekrar soruyorum; peki ana kaynak, gerçek sorun ne? Belki biraz komik olacak ama ben; bireylerin hatalarının, kötü huylarının, sevimsiz davranışlarının yegâne muhatabının aile ve yetiştiriliş tarzı ile alakalı bir minvalde olduğunu düşünüyorum. Bu tür sorunlu ortamlarda yetişmek zorunda kalan kişiler ileriki yaşlarında kendini tanıma, öz eleştiri yapma, sorgulama ve en nihayetinde tabiri caizse bir tür manifesto içerisine girmemişse ne sonuçlar doğuracağını bilmediği davranışlarını anlamlandıramaz. Daha doğrusu böyle bir çaba içerisine girmez. Sonra onların çocukları da öyle olacaktır, kol kanat gerdiği kişilerde, o kişilerin arkadaşlarıda. Bir de bakmışsınız çember genişledikçe genişlemiş ve siz içinde kaybolmuşsunuz. Bunların dışında kader dediğimiz bir olgu var elbette. Öyle şeyler başımıza geliyor, bizi öyle yerlere sürüklüyor ki bırakın hayatımız hakkında analizler yapıp çözümlemeler üretmeyi akşam kafamızı yastığa koymanın huzurundan bile mahrum oluyoruz. Her ne olursa olsun illaki geriye dönüp şöyle bi bakmak lazım.
Peki, iyi söyledin hoş söyledin de şimdiden sonra ne yapacağız? Arkadaşlar bu sorunun muhatabı ben değilim, sizsiniz. Kişi ilk kendini bilecek ama o kadar yazı yazdık, sohbet ettik. Gelin birkaç cümle söyleyeyim.
İnsan illaki yaşamaya mecbur. Hayatı sonlandırmayı düşünmek, yaşadığımız her saniye bize küfrettiklerini hayal edip karşılık vermek yerine pes etmek hiçbir zaman çözüm olmadı. Eğer gerçekten çok şanslı kişiler değilseniz, kimse armut piş ağzıma düş prensibinde bir dünyada sunmadı. Her ne olursa olsun mecburiyetlere mecburuz. Böyle bir söz yanlış hatırlamıyorsam MFÖ’nün bir şarkısında da vardı. Allahualem şöyle düşünmek lazım; acılar insanı gerçekten insan yapmak için vardır. Her acı insanı bir merdiven yukarıya taşır. Yeter ki acıların, sistemin, dogmatik prensiplerin hele hele içimizi kemiren meyus duyguların ve hatıraların bizi kündeye getirip bertaraf etmesine izin vermeyelim. Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem demiş Sezen Abla.
Sadece başımıza gelen olaylara karşı bir tür tavır geliştirmemiz lazım. Doğru tavrı bulup ceket diye sırtımıza geçirdiğimiz anda gerçek bir Jean Valjean olabiliriz. Sizde hatırladınız değil mi? Bir solukta okuyup gözünüzden yaş gelmesini sağlayan hayal ürünü bir kitap karakteri sizi küçük birer Victor Hugo yapabilir. Tavır ise Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nda dediği gibi;
- Emin Bey’i soran arkadaş, o burada…