Dikkat: bu bir futbol yazısı değildir.
Pazar gecesi oynanan Fenerbahçe-Ankaragücü maçını statta izledim. Ankaragücü, 1-0 öndeyken Bifuma yakaladığı bir kontrada sol kanattan ceza sahasına indi.
Topu çok temiz şekilde içeriye çıkardı. Sadece bizim takım için değil, Süper dediğimiz komik ligimiz için de bu senenin en iyi transferlerinden biri olan Djedje topa ilk dokunuşu yaptı. Tam o esnada Fenerbahçeli Benzia, “ayak kırma” kastıyla Djedje’ye müdahale etti. Maçın hakemi Hüseyin Göcek, yüzde bir milyon penaltı olan bu pozisyona devam verdi. İmdada VAR teknolojisi yetişmeseydi Ankaragücü’nün penaltısı verilmeyecek, maç 2-0 skoruna gelmeyecek, olay kopmayacaktı.
Maça birlikte gittiğim arkadaşım Onur, hakemin bu kesin penaltıyı niçin vermediğini şöyle izah etti: “Türkiye’de penaltı almak istiyorsan Djedje’nin yaptığı gibi kalender şekilde düşmeyeceksin. İki ayağın yerden kesilecek ve havada birkaç takla atıp yerde dört beş kere döneceksin.”
Alın size bir sosyolojik analiz: Ancak iki ayağı yerden kesilen ve havada takla atma kabiliyeti olan adamların penaltı aldığı aşırılıklar çağında -elimizde yeşil sahalardaki gibi VAR teknolojisi de olmadığından- gol üstüne gol yiyoruz.
Bir şekilde sesi daha çok çıkanın, daha iyi gösteriş yapanın, kendini daha iyi paketleyenin kazandığı bir oyuna dönüşüyor hayatımız böylece.
Hayır, şunu inkâr edecek değilim. Aynı zamanda bir “gösteremezsen yoksun çağı”nda da yaşıyoruz elbette. “Görün ki alkışlanasın” fazından “göster ki alkışlanasın” fazına geçtiğimiz doğrudur. Dolayısıyla gösterebilenin gösteremeyene nispetle birkaç adım önde olmasını anlayışla karşılarım. “Çağın gerektirdiği” derim, “zamanın ruhu” derim falan.
Asıl büyük tehlike “gösterebilenin üstünlüğü” değildir böylece. “Gösteremediği için” ayağının kırılmasına rağmen penaltı alamayan insanların çokluğudur asıl tehlike.
Hadi bunu biraz ilerletelim. Hakan Arslanbenzer, Cins’in Kasım sayısı için “Muhafazakâr burjuvalar, güneş gözlüklü vaizler” başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Bu önemli yazıdan bir paragraf bırakıyorum şuraya: “Müslümanların çoğu vaaz dinlerken küçük bir okumuş grubunun yazılı metinlere yönelmesi yeni bir şey değil. İslam’ın daha ilk yüzyılından itibaren oluşan bir sosyal biçim bu… Müslümanlar camilere ve ev toplantılarına giderek, son zamanlarda evden çıkmalarına gerek kalmaksızın medya aracılığıyla, vaaz ve sohbetlere iştirak ederler. İslam’ın dışındaki inanışlar için de benzeri bir durum her zaman söz konusu. Belli sayıda, ama az sayıda, Müslümansa yazının izini takip ederek yaşadıkları ortamın dışındaki İslam düşüncesine de ulaşmaya gayret ederler.”
Arslanbenzer vaizlik pozisyonunu da, vaaz dinlemeyi de aşağılamıyor yazısında. Sadece “çalışılmış, gösteren vaizlik” denilebilecek bir pozisyonun varlığından bizi haberdar ediyor ve bunun üzerinden önemli tespitler yapıyor.
Bugün itibariyle İslamcı, dindar, muhafazakâr diyebileceğimiz kesimin temel yönelimlerini “yazılmış olan” değil, “çalışılmış olan, gösterebilen” bir vasatlık belirliyor. İslamcı, dindar, muhafazakâr kesimde bu böyle de toplumun diğer kesimlerinde farklı mı? Elbette hayır. Çünkü hangi kesimden olursak olalım, hangi görüşten olursak olalım evlerimizin salonu birbirine benziyor.
Bir başka yerden ilerleyelim biraz da. Hilmi Demir hoca, bir anket sonucundan haberdar etti bizi geçenlerde. İlahiyat talebeleri arasında yapılan bu geniş katılımlı ankete göre Ebu Hanife, İmam Maturidi ve İbn Teymiye’nin herhangi bir kitabını okumuş ilahiyat öğrencilerinin oranı yüzde yirmiyi bulmuyor. Dikkat isterim. Bu üç isimden birer kitap değil, bu üç ismin herhangi bir kitabını okuma oranından bahsediyorum.
Lafa söze geldi mi “Sünniliğin, Hanefiliğin, Maturidiliğin, Selefiliğin, Kur’an İslamı’nın yılmaz savunucuları” kesilen bir vasatın vasatlığı tam bu anket sonucunda gizli işte. Bilmiyor, neyi bilmediğini bilmiyor, neyi bilmesi gerektiğini bilmiyor ama yardırıyor baba yardırıyor. Çünkü yere düşerken takla atabilme kabiliyeti var. Çünkü ayağına basılmadığı halde ayağına basılmış gibi bağırabilme kabiliyeti var. Çünkü gösterebilme kabiliyeti var.
Her mahallenin gündemi ateşli ve gösterişli vaizler tarafından belirleniyor artık. Yazının, metnin, düşüncenin, fikrin ise beş paralık değeri yok. Hal böyleyken Hüseyin Göcek mesleği niçin bıraksın? Oyna devam.