Üniversiteye girdikleri ilk gün gördüler birbirlerini. Mahmut, kısa zamanda aşık oldu. Aslı’nınki biraz daha uzun sürdü. İşin esasına bakarsanız, üçüncü ayda bütün şartlar olgunlaşmış, evlenmek için önlerinde herhangi bir engel kalmamıştı. Birbirlerinde huzur bulduklarını, dahası birbirlerini tamam ettiklerini ta kalpten, en derinden hissediyorlardı. Tabii, küçük, küçücük bir sorun vardı. İkisi de öğrenciydi ve her nedense evlenemezlerdi. Yaşadıkları ülkede evlenmek için okulu bitirme şartı vardı zira. Bu, karşılarına çıkan ilk şarttı.
Bir ağabeylerinin bir bilene sorması sonucu imam nikahı yapmaya karar verdiler ilk sınıfın sömestrinde. Aslı, “annem bilmeden olmaz” deyince babasından gizleyerek annesinin iznini aldılar. Mahmut ise bütün aileye verdi haberi. Böylelikle annesi “mühendis çıkacak” oğluna kız bakma zahmetinden kurtulmuş oldu. Gerçi bu, Müyesser teyze için bir zahmet miydi, ondan pek de emin değilim. Hatta diyebilirim ki “mühendis çıkacak oğlu için kız bakmak” onun için gayet hayati bir işti.
Üçüncü sınıfın sonunda Mahmut’un ailesi Çankırı’dan kalkıp Samsun’a gitti. Sanki hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yapıldı. “Allah’ın emri peygamberin kavli” denildi. “Çocuklar okulu bitirince nasılsa mesleklerini ellerine alacaklar, gelecek yaz yapalım düğünü” cümlesinde anlaşıldı. Bir imam nikahının mahremiyet açısından iyi olacağına kanaat getirildi. Mahallenin meseleden gizlice haberdar edilmiş güler yüzlü tonton imamı tecdid-i nikah eyledi çocuklara. “Allah mübarek etsin” cümleleri arasında dünür olundu.
Mahmut ile Aslı birbirlerine o denli aşıklar, birbirlerine o denli hürmet ediyorlardı ki Mahmut’un Mahmut olan adını Kerem diye değiştirsek yeriydi hani.
Dördüncü sınıfın ilk sömestrinde hem Samsun’da hem Çankırı’da rotatifler işlemeye, planlar yapılmaya başlandı. Mahmut çok parlak bir öğrenci olduğu için zaten okulu bitirir bitirmez okuduğu şehirdeki bir inşaat firmasında hiç de fena olmayan bir maaşla işe başlayacaktı. O zaten cepteydi. O zaten cepte olunca, okulun bittiği yazın Eylül’ünde düğün cemiyetinin kurulması muvafık olacaktı. Aslı da akıllı kızdı. O da hemen bir işe girerdi.
Samsun’da da benzer planlar yapıldı. Eylül ayı için mutabık kalındı. Önce Samsun’da kız kınası yapılacak, ertesi gün gelin alınıp Çankırı’ya gidilecek, düğün orada olacak, ardından çocuklar balayına gidecek… “Bi dakika” dedi Aslı, “biz balayına falan gitmek istemiyoruz ki. Aslında biz Bursa’da basit bir nikah yapar geçeriz diye düşündük.”
İlk sökük buradan başladı işte. Samsun’da, Aslı’nın evinde kıyamet koptu. Ne demek balayı istenmemesi, ne demek basit bir nikah? Dost var düşman vardı. Arkamızdan ne derlerdi? Pırıl pırıl genç kız evlendiriyorlardı. Öyle dul gibi, tövbe estağfurullahtı.
Aynı kıyametin benzeri Çankırı’da, Mahmut’un evinde de koptu. Müyesser Teyze “ne demekmiş o öyle sade nikah falan. Bir de Bursa’da. Benim mühendis oğlum evlenecek de ben burada, evimin önünde bir davul dövdürüp camide bir mevlit okutmayacağım öyle mi?” diye bayılmaya durdu.
Her iki ailenin de birbirini görgüsüzlükle suçladığı birkaç zalım günün ardından kaynanalar bütün bu mazarratın çocukların başının altından çıktığı fikrinde uzlaşarak onları devre dışı bırakmaya karar verdiler. Buluşulacak, konuşulacak, düğünü de, ev eşyalarını da, davulu da, zurnayı da planlayacaklardı. Başka türlüsünün imkanı yoktu. Eşimiz dostumuz vardı yani. Öyle yangından mal kaçırır gibi nikahla falan zinhar olmazdı. Ama dünürüm, senin kızı da anlamadım ben yani idi. Ne demekti “şöyle yetecek kadar birkaç parça eşya alırız, ardından paramız oldukça tamamlarız”; ne demekti “balayı malayı istemiyoruz” lafları? Ah dünürüm çok haklısındı. Şimdiki zamanın çocukları böyleydi. Canım canım kanaviçeleri, fistolu yatak örtülerini gördü de “ne yapayım anne ben bunları, saklamak dışında bir şey yapılabilir mi bunlarla?” dediydi. Zordu Müyesser Hanım zordu. Şimdiki çocukları anlamak vallahi pek zordu. Ah kardeşim, ya benim oğlana ne demeliydi? Yok desinler diye yapa yapa gençlerin evlenmesini zorlaştırmışlar da, yok tek taş almak yerine Aslı ile Afrika’ya uçak bileti alacaklarmış da, yok orada yetim çocuklar varmış da… O ayrı o ayrı. Yine git Afrika’ya, kolundan tutan mı var?
İşte tam olarak böyle oldu. Aslı da Mahmut da kendi düğünlerinin figüranı olarak, tamamen kendilerinin dışında gelişen bir organizasyonun mağduru haline geldiler böylece. Samsun’du, Çankırı’ydı, Bursa’ydı derken haşatları çıkmış ve nedense omuzlarında 150 bin liralık bir borç bulmuş olarak Antalya’ya balayına gittiler.
Mutluydular mutlu olmasına elbette ama niçin durduk yerde bu kadar yorulduklarını ve niçin durduk yerde onca borca battıklarını ikisi de anlamamıştı.
Balayından dönüş yolunda Aslı “çok güzel oldu düğünümüz de evimiz de. Eşyalar da içime sindi benim hem” deyiverdi.
Mahmut, uzanıp elini tuttu Aslı’nın. “Sen yine de oğlun kızın olursa öyle yapma olur mu?” dedi. Aslı, şakaya vurdu işi “niye? Benim evladımın kimden ne eksiği var da yapmıyormuşum? Davullu zurnalı düğün isterim ben de.”
Mahmut, gülümsedi ister istemez. O büyük, devasa sırrı çözmüş olmanın üzüntüsünü gizlemek içindi belki de o gülümseme....