eni hiç mi sevmediler be! Bir kere bile mi?”
Nefes alış verişi her zamanki gibiydi. Ta derinden, ciğerinden bir yerden bir acıyı alıp gırtlağına taşıyor, gırtlağında biriken havaya benzer karışımı boşluğa hırlar gibi veriyor, ardından güçlükle içine çekiyordu tekrar havayı. Üstelik soğumuştu da havalar.
“Nereden anladığımı mı soracaksın bana? Söyleyeyim madem. Çünkü kendini nasıl sevdireceğini de bilmiyorsun, biri seni gerçekten sevdiğinde onun sevgisine nasıl karşılık vereceğini de. Olmamış senden yani.”
Altına aldığı minderin de soğuk geçirmemek için yeterli olmadığını hissedip ayağa kalktı. Ellerine hohladı ümitsizce. Niçin “ümitsizce” dediğimi anlamışsınızdır. Aldığı şeyin adı nefes değildi ki ellerine üflediği cılız şey ona ısı versin.
“Gel şurada bir çay içelim” dedi, “bari içimiz ısınsın.”
Durdu. Yüzüne baktı. Yeşilden maviye dönen gözlerine baktı. Sözlerine hiçbir karşılık alamadığını zaten biliyordu da, hiç olmazsa bakışlarında bir değişim, bir tepki olup olmadığını kontrol etti. Tabii ki yoktu.
“Gerçi” dedi köşedeki çay ocağına doğru yürümek için ilk adımını attığında, “gerçi senden olmamış da benden olmuş mu? Olmamış tabii. Olsaydı başka bir adam olurdu benden. Herkes bana büyük ressam derdi hatta. Büyük, kocaman büyük bir ressam… Düşünsene. Teşvikiye’deki galerilerin hepsi peşime düşerdi. Ama öyle yılda bir sergi falan olmazdı ha. İki yılda bir sergi anca. Düşüne düşüne, hissede hissede resim yapardım ben. Öyle Timur Bey gibi tuvale iki renk fırlatıp resimleri yirmi binden otuz binden satmazdım. Bozkır çizerdim ben. Bozkır’da atlar çizerdim. Böyle dolu dizgin koşan atlar. Ama yelesinden toynağına benim atlarımı gören canlı zannederdi. Gerçi Timur Bey’e içlendiğimi, onu kıskandığımı falan da sanmanı istemem. Demek ki alan var yani. Tuvale pıt pıt iki boya. Oldu sana ‘insanın açmazlarını anlattım bu eserimde.’ Anlatsın bakalım. Anlıyor musun beni? Keşke beni anladığını anlayacağım bir şey söylesen bana.”
Minderi altına koyup oturduğu kaldırımdan çay ocağı 50 metre ancaydı. Yine de usul usul yürüyerek ilerlediği yolun yarısında mola verdi. Arkasına baktı.
“Yahu gel dedim sana işte. Bunca nazla hayat geçer mi? Çay içelim. İnat etme.”
Bekledi. Diğeri de hiç acelesi olmaksızın gönülsüzce geldi yanına.
“Hah, ne anlatıyordum ben sana. Olmadı benden. Olması için heves de bulamadım kendimde. Bir yanlış evlilik, birkaç berbat girişim, birkaç daha da berbat kayıp derken işte geldik gidiyoruz. Şen olasın Halep şehri. Gerçi Halep bu saatten sonra şen de olmaz ya, işte benimkisi lafın gelişi.”
Tekrar, usul usul yürümeye başladı çay ocağına. Anlatmaya devam etti.
“Beni de hiç sevmediler. ‘Hiç’ demeyeyim yine de. Kurban olduğumun zoruna gider. Seven sevdi de ben o sevgiye nasıl karşılık vereceğimi bir türlü kestiremedim. Zannederim, bak bu aramızda kalsın, kendimi sevilmeye asla layık görmedim ben. Ailede de, akademide de, sonradan da beni kim sevse ürktüm ondan. ‘Bu beni niçin sevsin ki?’ diye sordum hep kendime. Dünyayı tekinsiz bir yer olarak belledim. Alışamadım ben bu dünyaya anlayacağın. İkimizi birbirimize benzeten şey de bu işte. Alışamadık bu dünyaya biz.”
Çay ocağına gelmişlerdi nihayet. Üstten yanan sobalardan birinin altını gözüne kestirip oturdu. Mehmet geldi elinde bir bardak çayla birazdan. “Filozof abi, hoş geldin” dedi.
“Filozof değil, ressam” diye düzeltti Mehmet’i. Ardından ekledi: “Hem görmüyor musunuz, Mehmet Bey. Biz masada iki kişiyiz. Bana isim takacağınıza işinizi doğru yapın da, bir çay daha getirin.”
Mehmet gülümseyerek “peki Rıza abi” dedi, “madem bugün canın ressam olmak istiyor, ressam ol. Ressam Rıza deriz bugünlük sana. Ama abi şu bir kere bile ‘hav’ dediğini duymadığımız pire torbasına çay getirmemi isteme. İçmiyor ki. Sen de biliyorsun.”
Rıza, iç çekti: “İçmezse içmesin Mehmet Bey. Sevildiğini bilsin de, varsın içmezse içmesin. Karışmayın rica ederim. Siz bir çay da ona getirin.”