Derler ki zaman zamandan ötede, yer yerden berideymiş. Yüceden yüce, dikten dik bir dağ var imiş ki Kaf Dağı da öyle değil. Hâsılı bu yalçın dağda her daim kaf nuna değermiş de her şey olması gerektiği gibi nizam içerisinde akar gidermiş.
İçinde türlü nebatatı, çeşitli hayvanatı konuk eden bu dağın yamaçlarında bir pervane topluluğu yaşarmış. Başlarında kocalardan koca, âlimlerden âlim bir reisleri varmış ki adına Ateşbaz derlermiş. Çok yol gidip pek yordam bilen bir rehber, bir öğretmen imiş Ateşbaz. Bir keçeden elbise giyer, bedenini kimseye göstermez, uçtuğunu da gören olmazmış. Her akşam topluluğuna mumu anlatırmış.
Günlerden bir gün, saatlerden bir saat topluluğun genç pervanelerinden biri Ateşbaz’ın karşısına dikilmiş ve demiş ki “gündüzleri ah edip içini çektiğin, geceleri hasretiyle gözyaşı döktüğün şu güzeller güzeli mumu aramak niyetindeyim. İzin ver gideyim, yol ver sefer edeyim.”
“Bilmez misin yol zordur, sefer zahmetlidir” demiş Ateşbaz. Atılmış genç pervane. “Bilmez misin” demiş, “yolun zoruna, seferin zahmetine gençlik katlansa gerek. Bu güçlü kanatlarla, bu sağlam ciğerlerle yel gibi uçar da gelirim.”
Bu pervanenin dur dese durmayacak, kal dese kalmayacak olduğunu sezmiş Ateşbaz. “Var git” demiş.
Beş saat mi geçmiş beş gün mü, beş ay mı geçmiş beş yıl mı bilinmez; dönüp gelmiş genç pervane. Geçmiş Ateşbaz’ın karşısına. “Ben” demiş, “o ballandıra ballandıra anlattığın mumu gördüm. Bir köşkün penceresinden baktım ki mum alev alev yanmakta. Döndüm geldim.”
Ateşbaz, hüzünle gülümsemiş ve demiş ki: “Senin gördüğün mum değil onun suretidir yiğidim. Mumun ışığı gözlerini doldurmayınca, ateşi sana değmeyince onu değil suretini görmüş olursun.”
Aradan bir vakit geçince bir başka pervane gelip Ateşbaz’a “diğerinin yapamadığı işi yapmak niyetindeyim” demiş.
O da düşmüş yola. On saat mi geçmiş on yıl mı bilinmez, geri dönmüş kanadında ufacık bir yanıkla. Anlatmış birer birer başından geçenleri. “Ben” demiş, “dereler tepeler geçtim, dağlar ovalar aştım. Gide gide bir şehre ulaştım. Baktım ki şehirde mum çok. Bir evin açık penceresinden süzülüp mumun etrafında sema etmeye başladım. Gözlerim tıpkı Ateşbaz’ın dediği gibi mumun ışığıyla doldu. Bu hal beni kendimden geçirdi, sarhoş oldum adeta. Amma ki yanına bir iyice yaklaşıp mumun ateşine dokunmak istediğimde alev kanadımı yaktı. Öleceğim sandım da çekiverdim kendimi. Sonra uçarak yanınıza döndüm. Bana kalırsa mumun ışığı iyi ama ateşi kötü.”
Ateşbaz, daha bir hüzünle gülümsemiş ve demiş ki: “Işığını sevip ateşini sevmeyince mumu sevmiş olmazsın. Sen mumu değil, mumun sadece bir yanını görmüşsün.”
Aradan bir vakitçik daha geçmiş. Adına Uçkun derler, uçması zayıf, ciğeri tıkız bir pervane dikilmiş Ateşbaz’ın karşısına. Demiş ki “arkadaşlarımın yapamadığını yapmak niyetindeyim.”
Ateşbaz, Uçkun’a da yol izni vermiş. Aradan yirmi saat mi geçmiş yirmi yıl mı bilinmez, uçması zayıf, ciğeri tıkız Uçkun geri dönmüş yurduna. Sade kanadı değil, tüm bedeni yanıklar içerisindeymiş.
“Hele anlat” demiş herkes, “anlat ki bilelim, gördün mü dillere destan mumu?”
Uçkun ağır ağır soluklanarak “sade görmekle kalmadım, onu yanımda da getirdim” demiş. “Hani nerede” diye merakla sormuş diğer pervaneler. Uçkun, kanadındaki ve bedenindeki yanıkları tek tek gösterip “işte” demiş, “mum budur. Mum benim bedenimdir. Mum, benim.”
O anda Ateşbaz, sırtından keçe elbisesini çıkarıp Uçkun’a uzatmış. Demiş ki “alasın bu elbiseyi. Alıp topluluğuna başkanlık, rehberlik, öğretmenlik edesin.”
Ardından, mum yanıklarından kapkara olmuş kanatlarını açıp yükselivermiş ağaçların arasına. Şöyle demiş yurdundan ayrılmadan hemen önce: “Işığında dönmeyen, alevinde yanmayan mum severim demesin.”