Gelin size bir öğrencinin gözünden Türkiye’deki eğitim sistemini anlatayım. Şimdiye kadar gerek televizyonda gerekse birçok kişi ve kurumlarca bu bahsi dinlemişsinizdir ama ben bakış açısını değiştirelim istiyorum.
Bir aile bin bir tavsiye, öğüt ve özendirme cümleleri kurarak çocuğu okula gönderir. Çocuğun bu konuda en küçük bir fikri yoktur. Ailelerinin kurdukları cümleler dışında çokta fazla bir şey bilmezler. Bu süreç onların aynı zamanda sorumluluk almaya başladıkları süreçtir. Ödev yapma, düzenli ders çalışma alışkanlığı kazanma ve bütün bunların mükafatı olarak aileler tarafından ödüllendirilme.
Her çocuk herhangi bir başarının beraberinde bir mükafat getireceğini bilir. Ödevini zamanında yaparsan dışarıda oynayabilirsin, bilgisayarı açabilirsin, televizyon izleyebilirsin gibi şartlı işlevler çocukların zihnine zaten bunu aşılayacaktır. Hele bir de öğretmen ödev için öğrenciyi taktir ederse değmeyin keyfine.
İlkokul bitip ortaokula gelindiğindeyse işler biraz daha zorlaşmıştır. Artık sadece ödev yapmak yetmez. Önümüzde liseye geçmek için bizi bekleyen bir sürü sınavın olduğu bilincinin yarattığı stres, bizim sınırlarımızı test etmemize neden olmuştur.
Önceden bildiğimiz ama pekte dert etmediğimiz rekabet anlayışı gerek ailelerin kıyaslama ve örneklendirme cümleleriyle gerekse öğretmenlerin şu okul şöyle yapmış, bu okul böyle yapmış gibi tasnifleri bu sınırların muhayyilelerin dışına çıkmamasına neden olur.
Zaten senin alacağın puan belli, sınavlarından bunu yorumlamak çokta zor değil, okulun başarı ortalaması şu kadar gibi olumsuz yorumlarda buna eklenince çocuğun aklına sadece iki yol gelir: boş vermek ve hırs kazanmak
Tabi yaşanan stresin büyüklüğü ne kadarsa mükafatı da aynı oranda büyümeye başlar. Önceden televizyon izleyebilirsin veya oyuncaklarınla oynayabilirsin gibi yeterlilik fiilleri yaşanan bütün olaylara kifayet etmeyince istekler devreye gider; bu sene başarılı olursam scooter istiyorum, paten istiyorum, bisiklet istiyorum vs.
Ama her ne olursa olsun çocuk büyüdüğü zaman anlamaya başlayacak ki yaşadığı bu stresli dönemler sadece hayata giriş bölümüymüş. Sıra liseye geldiğinde ise bu bambaşka bir boyut kazanır.
Artık değişen sadece müfredat, zorlaşan bir sınavlar değil aynı zamanda farkındalık düzeyidir. Öğrenciler bu dönemde müzik anlayışlarının, siyasi düşüncelerinin, nelere kızıp nelere kızmayacaklarının, kişisel eğilimlerinin, zevklerinin vs. keşfine başlarlar. Bilinç akışı içerisinde içsel sorgulamalara girişirler. Bütün bunlar beş yıl sonra bayağı komik olsa da o zamanlar mantıklı geliyor insana.
Her şeye rağmen hayal ettikleri geleceğe en çok yaklaşılan bölüm burasıdır. Eğer gerçekten ne olduklarının, nasıl olduklarının keşfini doğru ve hatasız yaparlarsa yani ne istediklerini anlayabilirlerse sonraki süreçler onlar için çokta zorlayıcı olmaz.
Ben doktor olmak istiyorum, hukukçu olmak istiyorum, pilot olmak istiyorum, mühendis olmak istiyorum gibi hedefler sadece birer istek cümlesi olmanın dışına çıkarsa o zaman gerçekten bir amaca hizmet etmeye başlar. Önümüzde hayatımızı etkileyecek iki sınav ve minimum dört sene vardır.
Bu dört sene içinde ağırlıklı son yılda olmak üzere gittikçe şiddeti artan çevresel baskılarda iyiden iye kendini gösterir. Lise tercih süreçlerinde çokta söz hakkı olmayan öğrenciler kendilerine yapılan bu emrivaki yönlendirmelerin bilinçli ya da bilinçsiz olup olmaması ayrımında ya batarlar ya da çıkarlar.
İmam hatip olsun da nere olursa olsun, kız lisesi olsun ki aklını başka şeylere vermesin vs. gibi sonrası hesaplanmamış düşünceler neticesinde öğrenci tam anlamıyla sudan çıkmış balığa dönüyor. Örneğin kız lisesi mezunu bir öğrenci üniversiteye gidince karışık bir sınıfta nasıl konuşacağını ya da nasıl davranacağını kestirebilmek için büyük bir çaba sarf etmek zorunda kalıyor. Bunu becerirse ne mutlu ama beceremezse tam bir kişilik karmaşası yaşayarak dizilerde gördüğü, yaşadığı toplum ahlakıyla çokta uyuşmayan davranışlar içerisine girebiliyor. Onun için bütün bu yönlendirme aşamalarında ailelerin çok bilinçli olmaları ve tavsiye almaktan korkmamaları gerek.
Yıllar ne yazık ki bayağı hızlı geçiyor. YGS ve LYS stresi genellikle bıçak kemiğe dayanınca yani son senede insanı etkisi altına alıyor. Ve bu stresin muhatapları kesinlikle en başta öğrencilerin şahsıdır. Ailelerin ders çalış gibi emir kipli cümleleri psikolojik müsaitler dolayısıyla çok fazla işe yaramaz. Yani öğrenci ders çalışmak isterse ancak çalışabilir.
Her liseyi bitiren öğrenci şunu bilir ki tercih süreci sınava hazırlanma stresinden çok daha zordur. Bunun için tercihler çok önemlidir. Kendini tanıdığın ölçüde geleceğine yön verirsen hayallerin o kadar büyülü ve çekici olacaktır.
Puanım nereye yetiyorsa oraya yerleşirim anlayışının en yoğun olduğu fakülteler genellikle eğitim ve fen fakülteleridir. Öğrenci hiç sevmediği halde sırf puanı için tarih, felsefe, biyoloji okumaya başlar. Bu bölümler okuması oldukça zor ve emek isteyen bölümlerin başında gelmesine rağmen maalesef Türkiye koşullarında pekte gelecek vaat etmeyen bölümlerden bazıları. Sonra şu tür bir düşünce sistemi gelişiyor; o kadar sene okuduk neye yaradı, devlet bizi atamadı, ben bu kadar yıl okuduktan sonra ne yapacağım, okuyunca para mı kazanıyoruz sanki vs.
Bir de işin şöyle bir boyutu var. Çocuk çok çalışmış, hayallerinin gerçekleşmesinde büyük bir etkenin bu sınav olacağını biliyor. Fakat çokta fazla hayal kurmamış, karar vermemiş gereksiz ve artan bir hırsla ama amaçsız bir çalışma prensibi edinmiş. Sonuçlar gayet memnun edici. Mesela LYS’de otuz bini tutturmuş. Birçok üniversitenin birçok bölümüne nokta tercih yapabiliyor. Ama nereyi tercih edeceği konusunda en ufak bir fikri yok. Herkes fikrini söylemeye başlıyor; kesin hukuk okusun, doktorların hiç mesleki kaygısı yok vs.
İyi diyorlar, hoş diyorlar eee çocukta zaten amaçsız, hayalsiz okumayı alışkanlık haline getirmiş daha ne diyelim çalıştıkça, para kazandıkça sever deyip kenara çekiliyoruz. Sonra hastaneye gidiyoruz, suratsız, anlayışsız bir doktor görünce kızıyoruz; ilgisiz büro memurunu azarlıyoruz, hukuki protokolleri olaylara zerk etme hakkında en ufak fikri olmayan avukatları görünce arkadan demediğimiz laf kalmıyor. İlgisiz, heyecansız, isteksiz öğretmenlerde cabası.
Sonra çocuk üniversiteyle tanışıyor. O zamana kadar gördüğü bütün eğitim(!) kurumlarından çok farklı bir anlayışa sahip. Üniversitede okurken burs ya da kredi başvurunda bulunuyor. Ne kadar az olursa olsun her ayın belli tarihinde para almayı alışkanlık haline getirmiş yetişkin bir birey kendi refahını elde etmiş demektir. Her ay en az bir defa kendi için alışverişe çıkar mesela. Arkadaşlarıyla bir kafeye gidince hesabı kim ödeyecek tartışmasına girmenin hazzını yaşar, annesine birkaç kuruş verip daha önce hiç hissetmediği garip bir his yaşamaya başlar vs.
Dört yılın sonunda o alıştığı, kendinin refah ve özgür hissetmesini sağlayan para birden elinizden kayıp gider. Mezun olur olmaz iş bulabildiyseniz ne mutlu, bayağı şanslısınız ama birde özel kurumların çok sayılı olduğu bir memlekette tek şansınızın atanmak olduğu bir ortamdaysanız üç seçeneğiniz var; bıkmışlık sendromuna girmek, kendinden geçerek KPSS hazırlığı yapmak ki asla garantisi yok, yüksek lisans yapmak.
Bıkmışlık sendromu tam olarak erken evlenme sürecidir. KPSS çalışanların Allah yardımcısı olsun demekten başka hiçbir şey elimden gelmiyor maalesef çünkü ben KPSS çalışarak meslek sahibi olunabileceğine inancımı neredeyse kaybettim. Geriye bir tek yüksek lisans kalıyor. Hem tez yazmış olurum hem elime her ay düzenli para geçer hem de (eğer varsa) kredi borcumu öderim anlayışı geliştiriyorsunuz ister istemez.
Bu durum böylece geçip gidiyor. Süreçlerde birbirini takip ediyor. Yani her şey kendine münhasır bir hızla monotonlaşıyor.
Şunu söylemek istiyorum. Her öğrenci eğitim hayatında en az bir önemli sınavı geçmek zorundadır. Her ne kadar bu tek yol değilse de etkili bir yol olduğu yadsınamaz bir gerçek maalesef.
İnsanlar hayatları boyunca hep bir şeyleri tercih etmek zorundadır. Bizleri bugünkü duruma getiren şey tercihlerimizdir. Onun için çok önemlidir. Ve tercih ederken en önemli şey sadece SİZSİNİZ!!!
Siz ne istiyorsunuz, nelerden vazgeçebiliyorsunuz, ne amaçlıyorsunuz? Önemli olan bu. O bunu söylüyor, bu bunu tavsiye etti, o şu fakülteyi kazanmış vs. Bırakın bu tasnif psikolojisini. Riski alacak olan sizsiniz. Sonuçlarla muhatap olacak sizsiniz. Hayatınızı idame ettirecek sizsiniz, hiç kimse değil.
Onun için tercihlerinizi yaparken “ BEN” demeyi öğrenmeniz gerekir. Tercih yapacak, tercihlerinin sonucuna katlanacak sizsiniz. İnsan ben demeden benden vazgeçemez maalesef. Çünkü kimse bilmediği, tatmadığı hiçbir şeyden vazgeçmeye kadir değildir.